Özel Haber »

“Sünnilik Ve Şiilik Diye Bir Dinimiz Yoktur” Sözüne Dair İlmi Tahlil

Son günlerden çokça tartışılan “Bizim Sünnîlik diye bir dinimiz yoktur, Şia diye bir dinimiz yoktur, tek dinimiz İslâm’dır” sözünün ilmi ve tarihi açıdan tahlili.

Devamını Oku... »
Makaleler

İslam, İbadet Rehberi, Fıkıh, Akaid, Tefsir, Güncel Yorumlar

Reddiyeler

Batıl Fırkalar, Batıl İnançlar, Bidatlar, Güncel Reddiyeler, Dinler Arası Diyalog

Kültür – Tarih

İslam Tarihi, Osmanlı Tarihi, Padişahlar, Tarihi Arşiv belgeleri, Vesikalar, Mecmua nüshaları

Unutulmuş Sünnetler

Sünnetin Önemi, Günlük Sünnetler, Hilye-i Şerif, Siyer-i Nebi, Riyazü’s Salihin

Boykot Kelimeler

Uydurma, Yersiz, Manasız, Boykot Kelimeler

Anasayfa » Reddiyeler


“Buhari Çökerse İslam Çökmez mi?” yahut “Klasik Bir İslamoğlu Demagojisi”

moglu

“Halk avcılığı” veya “laf cambazlığı”, İslamoğlu dinleyenlerinin yabancıladığı kavramlar değil artık. İslamoğlu, çıktığı hemen her programda, yaptığı her çalışmada, konuştuğu ekser sözde alt yapı eksikliğini ele vermekten alamıyor bir türlü kendini. Münazara tekliflerine karşı “ben duymadım, bilmiyorum” kurnazlığıyla sıyrılıyor işin içinden kendince. Zannınca en büyük aktivitesi; kendi dünyasında kurduğu kimi nesepsiz kimi Goldziher menşe’li mefkûreler bütünü “indirilen din(!)”e malzeme bulmak. Hakkı savunduğu içindir şahsına yapılan bunca saldırılar ve asrın adamı olduğundan dolayıdır herkesin onunla uğraşması… Böyle düşünüyor İslamoğlu. En azından savunma mekanizmasını çalıştırdığında sarf ettiği cümlelerin ucu bu tüneli gösteriyor diyebiliriz rahatlıkla.

İşin gerçeği; herkesin meşgale deryasına sandal attığı bir ortamda İslamoğlu’yla vakit geçirmenin yegane mantığı onu ciddiye almak değil, olsa olsa onun çok ciddi arterlerle oynaması olabilir diye düşünüyorum. Ayrıca, içlerinde şu ana dek esaslı bir ilim adamına denk gelmediğimiz tebaasının ciddî bir kemmiyette olması da işin cabası.

Her konuşmasında mutlaka dinin rükn-i rekinlerinden biriyle oynamayı âdetten öte seciyye edinen İslamoğlu, “her kes benle uğraşıyor” vaveylasını da sıkça gündeme taşıyor. Altından kalkamayacağı cümleler kuruyor, seviyesini aşan meselelere bodoslama dalıyor ancak sıkıştığını veya sıkışacağını kavradığında hep aynı silaha sarılıyor: Feryâd-ı figan… Ele aldığı konulardaki yetersizliğini, ifşâ ettiği bu mazlum pozlarıyla kılıflayabileceğine inanıyor.

İslamoğlu mahut tavrıyla bize şunu söylüyor; “Ben sizin (içerdiği sahih hadislerden ötürü) canınız mesabesindeki Buhârî’yle uğraşacağım, onu olmadık hakaretlerle tezyif edeceğim ama siz her hangi bir tepki vermeyeceksiniz. Verirseniz benle uğraşmış olursunuz. Yeri gelecek ben Ahmed b. Hanbel gibi ehl-i sünnet akidesinin bu günlere tevarüsündeki temel taşını yerinden oynatmaya çalışacağım ama siz en ufak bir reaksiyon dahi göstermeyeceksiniz. Zaman olacak; ben bin dörtyüz senedir ümmetin cumhurunun, adına din dedikleri ve mucebince amel ettikleri inanç bütününün tamamını “uydurma din” damgasıyla mühürleyip çöpe atacağım yine de sesiniz çıkmayacak. Aksi takdirde “benle uğraşma” etiketinden siz de nasibinize düşeni alırsınız.

Evine girilen adamın giren hırsızı dışarıya atarken veya polise teslim ederken hırsızın sarf ettiği “Ne oluyor kardeşim, ne uğraşıp duruyorsun benle” şeklindeki cümleyle ne kadar da benzeşiyor İslamoğlu’nunkisi. Öyle değil mi sahiden? Yahut kimsenin sövülmedik bir akrabasını bırakmayan ve incittiği adam sayısınca düşman edinen bir aklıevvelin “Nedir bana reva görülen bu adavet?” diye yakınmasıyla bir farkı var mı İslamoğlu’nun feryatlarının. Fikri olan beri gelsin.

Bu yazının kaleme alınış maksadı da; bir türlü dilinin altına yerleştiremediği baklayı yine düşüren İslamoğlu’nun bir herzesinden ibaret. Çay Tv’deki bir programa konuk olarak katılan İslamoğlu,[1] şimdilerde bir hocaefendinin sıkça telaffuz ettiği bir cümleye takıyor kafayı: “Buhari düşerse İslam düşer.” Soru formatında gelen bu cümleyle sözü alan İslamoğlu, yine sürüyor fili züccaciye dükkanına ve başlıyor cümbüş. Buyrun…

İslamoğlu: Buhari çökerse İslam çöker diyen kafa, İslam’ı Allah’ın değil kendinin dini zannediyor. Buharî’nin dini zannediyor. İslam Buharî’nin dini değil, İslam Allah’ın dinidir. Yani İslam’ın sahibi Buharî değildir. İslam’ın sahibi Allah’tır. Dolayısıyla İslam’ı koruyacak olan da Rabbimiz’dir, yüce Rabbimizdir. İnsanlar değildir.
Cevap: Buharî çökerse İslam çöker diyen kafa eğer biz oluyorsak –ki öyledir- İslam’ı onu gönderme, kanunlarını vaz etme ve sahibi olma anlamında kendimize nispet etmiyoruz, böyle bir zannımız olmadı ve hiçbir zaman da olmaz. Hatta İslam tarihinde dini aksesuar addeden münafık zihniyet de dahil aklı başında hiç kimsenin böyle bir iddiası olmamıştır.

Dine intisap anlamında İslam dini bizim dinimiz olduğu gibi Buhârî’nin de dinidir. Bu noktaya İslamoğlu’nun her hangi bir itirazının olmayacağı kanaatindeyiz. Ancak, Kur’an ayetleri üzerinde parçacı okuma yapma konusunda mütehassıs olan İslamoğlu bu söylediğimize “ İslam’a hiç bir türlü Buhari’nin dini denemez, zira Kur’an ayetleri dinin sadece Allah’a mahsus olacağını söylüyor” diyerek şu tarz ayetleri delil olarak gösterebilir:

I. Dikkat edin, hâlis din yalnız Allah’ındır. [2]

II. Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? [3]

Görüldüğü gibi bu ayet-i kerimelerde din ifadesi Allah’a izafe edilmiş ve hatta birinci ayette dinin sadece Allah’a mahsus olduğu belirtilmiştir. “Buhari çökerse İslam çöker” ifadesinden Buhari’nin zatını anlayabilen İslamoğlu yukarıdaki ayetleri refere ederek “İslam Buharî’nin dini değil, İslam Allah’ın dinidir” cümlesiyle dinin Allah’tan başka hiç kimseye hiç bir şekilde izafe edilemeyeceğini kastediyor olabilir. Zira zihnî yapısı buna müsaittir.
Bu iddiaya mukabil olarak bir de şu ayet-i kerimelere bir göz atalım:

I. Onlar muktedir olabilseler sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaştan geri durmazlar. [4]

II. Bugün kâfirler, sizin dininizden ümit kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün size dininizi ikmal ettim… [5]

III. Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine Kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve kâfirleri dost edinmeyin. Allah’tan korkun; eğer müminler iseniz. [6]

IV. Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar, ve dininize saldırırlarsa, küfrün önderlerine karşı savaşın. [7]

Evet, bu ayet-i kerimelerde de “din” ifadesinin muhataplara yani mü’minlere nispet edilerek “dininiz” olarak zikredildiği görülmektedir. Ayrıca “(Yahudiler ve hıristiyanlar müslümanlara:) Yahudi ya da hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız, dediler. De ki: Hayır! Biz, hanîf olan İbrahim’in dinine (millet) uyarız. O, müşriklerden değildi. [8] “De ki: Allah doğruyu söylemiştir. Öyle ise, hakka yönelmiş olarak İbrahim’in dinine (millet) uyunuz. O, müşriklerden değildi” [9] şeklindeki ayetler ve daha bir çok ayet-i kerimelerde din manasında olan millet ifadesi İbrahim’e nispet ederek zikredilmektedir. [10] Ve peygambere İbrahim’in dinine uyması emredilmektedir. [11]
Öyleyse ilk önce zikrettiğimiz ayetleri sahibi olma anlamında, ikinci olarak zikrettiğimiz ayetleri de mensup olma veya yeryüzündeki temsilci olma anlamında anlarsak bir işkal kalmaz. Bu anlamda dinin Buhari’nin dini olmasında da bir problem yok demektir. Din Cenab-ı hakkın da ifade buyurduğu üzere hepimizindir.

Daimî olarak herkese karşı hoşgörü ve hüsnü zannı vurgulayan İslamoğlu, kastımızı sormadan veya mevzuyu kasıt müvacehesinde tafsil etmeden bizi böylesine ön yargılı bir hükümle mahkum etme yetkisini kimden alıyor? Yegane referans olarak telakki ettiği Kur’an ayeti; “Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır” [12] buyururken İslamoğlu’nun bu tavrı’yla Kur’anî beyanın uyuşmazlığı gayet net şekliyle ortada değil mi?

İslamoğlu’nun belağât bilgisi noktasındaki fakirliğinin sadece burada değil bir çok konuşmasında gizleyenemeyecek derecede bariz olduğu görülüyor. “Buhârî çökerse İslam çöker” ifadesindeki mücaveret ilişkisiyle meydana gelen mecaz-ı mürseli dahi ya kavrayamıyor ya da işine öyle geliyor. Zira bu ifadedeki Buharî, Muhammed b. İsmail el-Buhârî adındaki zat değildir. Buhari ifadesiyle maksat, onun “el-Cami’u’s-Sahîh”isimi eseridir. Nitekim “Bu hadis Buhârî’de geçer” veya “Müslim’de geçen bir hadiste” şeklindeki cümlelerimizde kullandığımız isimler her ne kadar şahıs isimleriyse de bu ifadelerden maksat mezkur şahısların kaleme aldıkları eserlerdir.

Bunun “Beyzavi tefsiri, Nesefî tefsiri, Alusi tefsiri, İbn Abidin” gibi sayılması gayet güçlük arz edecek kemmiyette örnekleri mevcuttur. Burada bize “bu söyledikleriniz zaten İslamoğlu’nun da kastı. Öyleyse böyle bir tafsile gitmenin ne anlamı var?” şeklinde bir itiraz yöneltilebilir. Yalnız bu itirazı yapan kardeşlerimiz konuşmanın ileriki seyrinde yer alan İslamoğlu’nun şu sözlerine baksınlar bir de:

“Buhari’den önce İslam yok muymuş diye sormak lazım bu zavallıya. Şeyhinin müridine sormak lazım Buharî’den önceki İslam’ı. Buhari, hatırlayalım 256’da vefat etti.

Peygamberimiz’den iki buçuk asır sonra. Peki iki buçuk asır bu yokmuymuş İslam da, Buhari mi diriltmiş, kaldırmış? Bu ne biçim bir ahmaklık, bu ne biçim bir saldırıdır İslam’a ki Allah aşkına, siz İslam’ın bekasını Buhari’ye, insanlara bağlıyorsunuz.”

İslamoğlu’nun şu ifadeleri istişhad mahallimiz olan “Buhari çökerse İslam çöker” cümlesinden eseri değil bi zatihi şahsı anladığını ele veriyor. Bu birincisi…

İkinci olarak; Cümlemizde yer alan “Buhari’” ifadesiyle maksut olan şey Peygamber ’in sözlerini hâvi olan meşhur eser olduğuna göre İslamoğlu’nun Buharî’den önce İslam yok muydu?” şeklindeki sorusu son derece absürt kalıyor. Zira Buhari’den önce el-Cami’u’s-sahih” ine aldığı hadisler vardı. Şu halde bu hadislerin bütününün oluşturduğu din de vardı. Ve Buharî olmayan bir şeyi ihdas etme niyetiyle yazmadı kitabını. Daha doğrusu onun eseri yazma usulü bir eser değildi.

Sadece var olan sahih rivayetlerin derlenmesinden ibaret mübarek bir çalışmaydı. Öyleyse, H. 194 de doğup H.256 yılında vefat eden Buharî’den önce İslam vardı bu kesin. Var olan bu İslam’dan bin dörtyüz küsür sene sonra Dünya’ya gelen İslamoğlu’dan önce kendi keşf ettiği bunca hakikati (!) idrak edebilen bir tane de mi müçtehid, müfessir, muhaddis, fakih, mütekellim vs. çıkmadı -yani ondan önce İslam yok muydu- bunu bilemeyiz.(!) Öyleyse sorduğu sorusunun esas cevabının Buhari üzerinden değil, kendisi üzerinden cevaplandırılması gerektiğini bilmeli İslamoğlu.

İslamoğlu: Peygamberimiz bile sen onlara vekil değilsin. Leste aleyhim bi vekîl. Defaatle hem de Kur’an’da. Sen Allah’ın vekili değilsin onlara gönderdiği. Anlatabiliyor muyum? Yani sen sadece beşîr ve nezîr olan bir elçisin. Bundan başka bir şey değilsin -anlatabiliyor muyum?- diyen bir Kur’an önümüzdeyken efendim, yine efendim mübarek Kur’an’da “Öğüt ver”, “Sen sadece bir öğüt vericisin, öğütcüsün” derken, onlarca böyle ayet varken, Peygamberimiz bile Allah’ın vekili değilken kim Buharî’yi Allah’ın vekili ilan ediyor veya Allah’ın yerine geçiriyor?

Cevap: Yakaladığı her fırsatta dinleyicilerine kendisini Kur’an talebesi olarak takdim eden ve izleyicilerine Kur’an’la çokça hemhal olduğunu ima eden İslamoğlu’nun şu ifadelerinin başında yer alan ayet okuması tamamen acemice ve bir o kadar da habersizce. Zira Peygamber’in vekil olduğuna dair istidlal ettiği ayeti “Leste aleyhim bi vekîl” şeklinde okuyan İslamoğlu’nun okuduğu bu ayet Kur’an’da yer almaz. Kur’an’da bu konuyla ilgili bulunan ayetlerde “Kavmin O’nu (Kur’an-ı kerîm’i) yalan saydı. Halbuki, o bir hakikattır. De ki: «Ben sizin üzerinize vekil olmuş değilim.”(kul lestu aleykum bi vekîl), [13]

Ve eğer Allah Teâlâ dilese idi onlar şirke düşmezlerdi. Ve seni onların üzerine bir muhafız kılmadık, ve sen onların üzerine bir vekil değilsin. (vemâ ente aleyhim bi vekîl) [14] gibi ayetler yer alıyor. İslamoğlu’nun okuduğu ayetle benzeşen en yakın ayette de “vekîl” ifadesi yok: “Onların üzerlerinde bir musallat (cebbâr) değilsin” (leste aleyhim bi musaytir.) Kitabullah ile –en azından dışarıya yansıttığı şekliyle- bu denli meşgul olduğu bilinen birinden –üstelik Kur’anda bu ifadenin defaatla geçtiği vurgusu yapılarak- vasat seviyede bir hafızın düşmeyeceği bu denli bir hatanın suduru vukufiyet problemi değilse nedir?

Yukarıda değindiğimiz gibi parçacı okuma hastalığına müptela olmuş İslamoğlu ve zihniyeti bahsinde olduğumuz mevzuda da aynı tavrı sergiliyor. Kur’an-ı kerim farklı ayetlerde ve bağlamlarda Allah Resulü’ne muhtelif vasıflar vermekteyken, İslamoğlu kendi kafasındaki peygamber şablonunu Kur’ana fatura ediyor. Peki nasıl? Sadece kendisine yarayan ayetleri zikrederek. Şimdi Kur’an ayetlerinin konumuzla ilgili bazı bölümlerine bir göz atalım:

I. Sen ancak bir nezirsin. [15]

II. De ki: “Ey insanlar! Muhakkak ki, ben sizin için ancak apaçık bir nezîrim (korkutucuyum).” [16]

III. De ki: “O âyetler ancak Allah’ın indindedir ve ben ancak bir apaçık nezirim.” [17]

IV. Sen başka değil, ancak bir nezîrsin (korkutucusun). [18]

Bu ayetlerde Hz. Peygamber’in başka değil sadece nezîr olmasına vurgu yapılıyor. Burayı bir not edelim.

Merceği biraz daha genişleterek diğer ayetlere göz atalım;

I. Şüphe yok ki, Biz seni hak ile mübeşşir ve münzir olarak gönderdik. [19]

II. Ve onu hak ile indirdik ve hak ile indi ve seni de ancak bir (beşîr) müjdeleyici ve bir (nezîr) korkutucu olarak gönderdik. [20]

III. Biz seni göndermedik, ancak bir beşîr (müjdeleyici) ve nezîr (bir korkutucu) olarak (gönderdik). [21]

Bu zikrettiğimiz ayetler ve zikretmediğimiz başkalarında[22] ilk zikrettiklerimize ziyâde olarak Allah Resulü’nün bir de “beşîr” olduğu zikrediliyor.

Bir de şu âyetlere bakalım:

I. Ey Rabbimiz! Onların arasında onlardan bir resûl gönder ki, onlara âyetlerini okusun.(tâlî) Onlara kitap ve hikmet talim etsin.(muallim) Ve onları nezih bir hale getirsin.(müzekkî) Şüphe yok ki Sen, evet Sen azîzsin, hakîmsin. (Bakara, 129)

II. Şüphesiz Biz sana kitabı hak olarak indirdik ki insanlar arasında Allah Teâlâ’nın sana bildirdiği vech ile hükmedesin. (Hâkim) (Nisâ, 105)

III. Elif, Lâm, Râ. Bir kitaptır ki, bunu sana indirdik, insanları Rablerinin izniyle karanlıklardan nûra, O azîz, Hamîdin yoluna çıkarasın. [23] (el-muhricu mine’z-zulümâti ile’n- nûr).

IV. Ve sana da Kur’an’ı indirdik ki, kendilerine indirilmiş olanları insanlara açıkça anlatasın (mübeyyin) ve umulur ki onlar da tefekkür edeler. [24]

V. Ve sana bu kitabı indirmedik, ancak onlara kendisinde ihtilâf ettikleri şeyi açıklaman için (mübeyyin) ve imân edecekler olan bir kavim için bir hidâyet ve bir rahmet olmak üzere indirdik. [25]

VI. Şüphesiz sen de insanlara, göklerde ve yerde ne varsa kendisinin olan Allah’ın yolunu, doğru yolu göstermektesin. (hâdî)

VII. Mallarının bir kısmını, kendilerini temizleyip arıtacak sadaka olarak al, (âhizu’s-sadekât) onlara salât et; (el-musallî alâ ümmetih) senin salâtın (duan) onlar için bir güvendir. [26]

VIII. Ey Peygamber! İnkarcılarla, ikiyüzlülerle savaş; (mücâhid) onlara karşı sert davran. Varacakları yer cehennemdir, ne kötü dönüştür. [27]

IX. Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber’e uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, (el-âmiru bi’l-ma’rûf) onları kötülükten meneder, (en-nâhî ani’l-münker), onlara temiz şeyleri helâl, (muhillu’t-tayyibat) pis şeyleri haram kılar. (muharrimu’l-habâis) Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. (el-vâdi’u anhum israhum ve eğlâlehum) O Peygamber’e inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûr’a (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır. [28]

X. Kendilerine Kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resûlünün haram kıldığını (muharrim) haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın. [29]

XI. Peygamberin size şahit olması,(şehîd- şâhid) [30] sizin de insanlara şahit olmanız için, O, gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur’an’da) size “müslümanlar” adını verdi. [31]

Son alarak verdiğimiz bu ayet-i kerimelerde Allah Teâlâ’nın, Resulü’ne parantez içerisinde verdiğimiz üzere “tâli, muallim, hâkim, müzekkî, el-muhricu mine’z-zulümâti ile’n- nûr, mübeyyin, hâdî, âhizu’s-sadekât, el-musallî alâ ümmetih, mücâhid, el-âmiru bi’l-ma’rûf, en-nâhî ani’l-münker, muhillu’t-tayyibat, muharrimu’l-habâis, el-vâdi’u anhum israhum ve eğlâlehum, şehîd, şâhid” gibi farklı vazifeler verdiği açık bir şekilde görülmektedir. İslamoğlu’nun bu ayetlerden kat’ı nazar etmesi hangi sebeb üzerine mebni ola?

Kur’an-ı kerimle iştiğal edenlerin çok iyi bildiği husus; Kur’an’da mevzuların farklı yerlerde muhtelif bağlamlarla anlatıldığıdır. Ayetlerdeki hasr ifadeleri de tamamen bağlam ve sebeb-i nüzulle ilgilidir. Ama siz İslamoğlu gibi sadece ikinci sırada yer verdiğimiz ayetler üzerinden Peygamber’e rol biçmeye çalışırsanız size birinci olarak verilen ayetlerdeki “Sen ancak bir nezirsin” ayetleri hatırlatılmaz mı? Şu durumda İslamoğlu’nun konuşmasında yer alan “Yani sen sadece beşîr ve nezîr olan bir elçisin.

Bundan başka bir şey değilsin -anlatabiliyor muyum?- diyen bir Kur’an önümüzdeyken”ifadelerini ne yapacağız? Bu ifadeleri dinleyen bir kişi İslamoğlu’na birinci olarak zikrettiğimiz “Sen ancak bir nezirsin” ayetlerini hatırlatıp “Siz Peygamber’in sadece beşir ve nezir olduğunu söylüyorsunuz ancak Kur’anda beşir değil sadece ‘nezir’ olduğu ifade ediliyor” derse ne diyecek? Eğer “Beşir ve nezirsin diyen ayetler de var” şeklinde cevap verirse son zikrettiğimiz ayetlerde Peygamber’e verilen onca vasıf hakkında ne diyecek?

İşte, Kur’an’ın parçacı okunması böyle haraç mezat ifadeleri kendinden gayet emin bir şekilde iddia etmeye ve bu görüşü de “Kur’an böyle söylüyor” diyerek Kur’an’a fatura etmeye götürüyor insanı. Hayır, Kur’an öyle söylemiyor. İşte ayetler ortada. Sen Kur’an’dan dilediğini alarak, indî yorumlarını Kur’an’a yama ediyorsun. Hepsi bu kadar.
İslamoğlu: İslam’ın bekası bırakın şu âlime bu âlime, şu muhaddise bu muhaddise, şu hadis derlemecisine bu hadis derlemecisine Peygamberimize dahi bırakılmamıştır. Zira Allah’ın vekili yoktur.

Gelelim, Allah’ın vekili vardır yoktur meselesine. İslamoğlu, eğer buradaki “Allah’ın vekili yoktur” ifadesiyle – iki kavram arasında lafızlar üzerinden hiç bir bağlantı olmamasına rağmen- Allah’ın dengi yoktur manasını kastediyorsa müsellem. Yok, eğer bu ifadeyle kastı Allah adına konuşacak hiç kimse yoktur manasıysa ve bu görüşünde de serd ettiği ayetleri mesned alıyorsa yukarıda bu istidlalin tutarsızlığını beyan ettik.

Ayrıca İslamoğlu’nun “Sen onlara vekil değilsin” diye yanlış okuduğu ve sözünün bağlamında istidlal ettiği ayetlerin doğru olanları Peygamber’in Allah’ın vekili olmadığını anlatmıyor demiştik. Daha doğrusu İslamoğlu’nun istidlal ettiği bu tarz ayetlerle, anlatmak istediği şey arasında meşrikle mağrip arası kadar fark var.

Zira Kur’an’da yer alan bu ayetler bağlam olarak inanmayan insanların inanmamalarından Peygamber’in sorumlu tutulmayacağını konu ediniyor. İlgili ayetlerin siyak sibakına bakıldığında bu rahatlıkla görülebilecektir. Aynı manada olan “(Doğrusu) size Rabbiniz tarafından basiretler (idrak kabiliyeti) verilmiştir. Artık kim hakkı görürse faydası kendisine, kim de kör olursa zararı kendinedir. Ben üzerinize (hafîz) bekçi değilim.” [32] âyet-i kerîmesinde hafîz manasının kullanıldığını ve zikrettiğimiz bağlamda nâzil olduğunu görüyoruz.

Yine “O halde (Resûlüm), öğüt ver. Çünkü sen ancak öğüt vericisin. Onların üzerinde bir (musaytir) zorba değilsin. Ancak kim yüz çevirir inkâr ederse, İşte öylesini Allah en büyük azap ile cezalandırır. Şüphesiz onların dönüşü sadece bizedir. Sonra onların sorguya çekilmesi de sadece bize aittir. [33] , “Sen onların üzerlerine bir cebredici değilsin” [34] Ayetlerinde yer alan “musaytir ve cebbâr” kelimesi de bahsinde olduğumuz vekil ifadesiyle aynı bağlamda ve anlamda kullanılmıştır.

Kaldı ki bir an için bu kelimenin İslamoğlu’nun zikrettiği ayette bizatihi vekil kılmak anlamında olduğunu kabul edelim. Peki, Kur’an-ı kerim gerçekten de –İslamoğlu’nun iddia ettiği gibi- Allah’ın birine veya birilerine vekalet veremeyeceğini mi söylüyor. Tabi ki hayır. Zira Cenab-ı hak “İşte onlar, kendilerine kitap, hikmet ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Eğer onlar (kâfirler) bunları inkâr ederse şüphesiz yerlerine bunları inkâr etmeyecek bir toplumu vekil kıldık (vekkelnâ).

Ayrıca bu ayet, Allah’ın tamamlayacağını vadettiği nuru esbap dairesinde bazı kulları vesilesiyle yapacağını, onları bu işle görevlendireceğini ifade ediyor. Bu durumda da İslamoğlu’nun “İslam’ın bekası bırakın şu âlime bu âlime, şu muhaddise bu muhaddise, şu hadis derlemecisine bu hadis derlemecisine Peygamberimize dahi bırakılmamıştır.“ sözü havada kalıyor.

İnsanoğlunun halife kılındığını ifade eden ayetler de mana açısından min vechin bu ayete paraleldir. Zira “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” [35] ayetinin manası “Ben yer yüzünde mahlukat arasında hüküm vermede benim makamımda olacak birini var edeceğim”dir. [36]

Nitekim “Ey Dâvûd! Şüphe yok ki, Biz seni yeryüzünde halife kıldık. Artık nâs arasında hak ile hükmet ve hevâya tâbi olma, sonra seni Allah’ın yolundan şaşırtır. Muhakkak o kimseler ki, Allah yolundan saparlar, onlar için hesap gününü unutmuş oldukları için bir şiddetli azap vardır” [37] ayet-i bunun böyle olduğunun aşikar bir ispatıdır.

Demek ki Cenab-ı hak birilerini vekil kılabiliyor. Esbap dairesinde birilerinin elleriyle, dilleriyle hak olan davasını yüceltebileceğini bizzat kendisi ifade buyuruyor. Eğer birisi çıkar derse ki; “İslamoğlu’nun vekillikle kastı Allah’ın hiç kimseye kendi adına bir şey yapma vekaleti vermemesidir. Bu durumda Cenab-ı Hakkın böyle bir vekalet verdiğine dair deliliniz var mı?”

Şöyle deriz; Esasında yukarıdan beri zikrettiğimiz ayetlerden bir kısmı Hz. Peygamber ‘in yaptığı işleri Cenab-ı Allah’ın vazifelendirmesiyle yaptığını göstermektedir. Bunların dışında en azından Hızır kıssasına bakılsa mevzumuzla ilgili net fotoğraf görülecektir. Zira Kur’anın anlattığı o kıssada Cenab-ı Hak Hızır’dan bahsederken “Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet (vahiy ve peygamberlik) vermiş, yine ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik” [38] buyurarak Hızır’a katından ilim verdiğini ifade buyurmuştur.

Malum olduğu üzere Hızır gemiyi deler, çocuğu öldürür ve duvarı yıkar. Bütün bunların meşruiyetini de “Ben bunu da kendiliğimden yapmadım” [39] buyurarak bunları Allah adına, onun emriyle, izniyle, yönlendirmesiyle yaptığını ifade buyurur. Bu kıssa en azından böyle bir şeyin imkaniyetini ortaya koyma noktasında umdedir. Onca ayet Hz. Peygamber’in de aynı yönlendirmeyle amel ettiğini gösterirken bunları bir kenara iterek kimsenin Allah’ın vekili olmadığı, bunun Hz. Peygamber için de geçerli olduğunu söylemek ve en önemlisi de “bunu Kur’an söylüyor” demek Allah korkusuyla bağdaşabilir mi?

İslamoğlu: (Sunucu): “Hocam şöyle desek doğru olmaz mı? Şimdi bunu söyleyen kişi aslında bir yerde doğru söylüyor yani. Buharî çökerse uydurulan din çöker. (İslamoğlu): Hah uydurulmuş İslâm çöker. Bunu düzeltelim o zaman kendisi düzeltsin. Evet, doğrudur uydurulmuş din çöker. Aynen doğru, aynen öyle.

Cevap: Buhârî çökerse uydurulmuş İslam dirilir, çökmez. Karıştırıyorsunuz. Zira Uydurulmuş İslam dediğiniz münezzel İslam’ın Buharî’yle hiç bir problemi olmamıştır. Siz Oryantalist ecdadınızdan öğrendiğiniz İslam’ı bu topraklarda yaşatabilmek için Buhari’yle uğraşıyorsunuz. Kaldı ki sizin uğraştığınız filan da yok. Sadece onların bir kaç asır dahi ötesine gidemeyen, kökensiz, nesepsiz, çürütülmüş iddialarını taklit etmekten başka yapabildiğiniz, ortaya koyabildiğiniz bir şey yok. Hiç olmazsa onlarda sizde bulunanın çok daha fazlası bir birikim vardı. Daha esaslı şüpheler, daha şeytani desiseler ortaya atıyorlardı. Sizler hazır malzemeyi dahi düzgün sunmaktan aciz kimselersiniz.

Muhafızsız bulduğunuz Buharî’yi çökerterek, önemsizleştirerek Allah’ın on dört asır önce indirdiği ve yine bunca asır yeden biyedin bize kadar ulaşan hakiki İslam’ı yıkarak yerine Sprenger, Sacy, Karl Pfander, Ernest Renan, William Muir, Ignaz Goldziher, Snouck Hurgronje, Louis Massignon’ların dinini ikame etmeye çalışıyorsunuz. Ve buna da “vahyedilen din diyorsunuz.” Doğru vahyedilen bir din bu. Zira Alemlerin Rabbi ne güzel buyurmuş: “Ve böylece her peygamber için insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Onların bazısı bazısına, aldatmak için sözün yaldızlısını vahy eder. Ve eğer Rabbin dilemiş olsaydı onu yapmazlardı, artık onları ve iftira eder oldukları şeyleri bırak.” [40]

Tüm uğraşınız bundan ibaret ve tüm maharetiniz de demagoji yaparak mevzuları saptırmak. Rabbim hidayet versin.

İslamoğlu: Kaldı ki çok ilginçtir ben bir kaç program’da Buhârî’nin nasıl öldüğünü anlatmıştım. Buhârî’yi öldüren de yine hadisçiler. (Sunucu): Hadisçiler di mi hocam? (İslamoğlu): Evet. Yani Ahmed b. Hanbel’in fanatik bir öğrencisi olan Zühlî’nin fetvası üzerine sokulmadı Semerkand’a. Buhara’ya girecek başını sokacak ülkesine bile sokulmadı yolda hasta, hasta hasta yolda kaldı ve başını sokacak bir yer bulamadığı için yolda öldü.

Cevap: İslamoğlu’nun “Buhârî’yi öldüren yine hadisçiler” ifadesi ve akabinde sunucunun “Hadisçiler di mi hocam” şeklindeki güzellemesi kelimenin tam anlamıyla bir senaryo. Konuşan kişi hadisle alakalı yalap şalap bilgisiyle ortaya bir şeyler koyup sünnet müzeyyifliği yapma gayretinde. Dinleyen sunucu da “Hadislere bir çatsa da hemen tasdik ediversem” niyetinde. Kendince başarılı bir senaryo sergilediklerini sanıyorlar ancak çok fazla belli ediyorlar bence. Her neyse.

Buhari’yle ilgili verdiği malumatın yanlışlıklarına geçmeden önce “Buhârî’yi öldüren yine hadisçiler” diyen İslamoğlu’na şunları soralım:

I. Hadisle hadisçi aynı şey midir? “cı, cu, çi” gibi takılar ideolojilerden ziyade şahsa endeksli ifadelerdir. Söz gelimi; hadisçinin hata yapması hadisin hatalı olduğunu göstermez. Bunu aklı başında her şahıs kabul eder. Öyleyse ‘hadisçiler’ üzerinden gelenek tenkidi demagoji değilse nedir?

II. Mesela kendisini “Kur’ancı, Kur’an talebesi” olarak takdim eden İslamoğlu’nun yazdığı mealdeki kitap çapındaki yanlışlıklardan tutun[41] bilumum ilmî, ahlâkî vb. hatalarını “Kurancı” olmasından yola çıkarak Kur’ana fatura edebilirmiyiz?

III. Burada sergilediğiniz hadisçiler üzerinden hadise çamur atma operayonunun bir benzerini bu gün IŞİD vb. örgütlerin yaptıkları usulsüz cinayetlerin gelenek menşe’li olduğunu söyleyerek ve bütün bunların –zannınızca- uydurulan hadisler sebebiyle olduğunu iddia ederek sergiliyorsunuz. Peki, “cinayet videolarında insanlar öldürülürken cihat ayetleri ve infazla ilgili(!) ayetlerin okunarak” öldürüldüğünü bilmiyor musunuz? Bu videolara hiç mi denk gelmediniz? Sizin yürüttüğünüz mantık üzerinden gidersek ilgili cinayetlerin suçunu okunan ayetlere mi bağlamamız gerekecektir?

IV. Hz. Ali’yi (ini’l-hükmü illâ lillâh/ hüküm ancak Allah’a mahsustur) ayetine istinaden önce tekfir eden ve sonra da öldüren Haricî’lerin bu büyük cürmünü Kur’an’a fatura edebilir miyiz?

V. Hüseyin ez-Zehebî’nin et-Tefsîr ve’l-müfessirûn’unun bir çok yerinde değindiği tefsirdeki ilhâdîlikler ve tarihteki bazı cinayetlere ayetlerin mesnet kılınması vb. gibi olaylar mezkur ayetleri ihtiva eden Kur’anın suçudur diyebilir miyiz?

Buharî’nin nasıl vefat ettiğine gelince; olay İslamoğu’nun anlattığı gibi değildir. İslamoğlu, hadiseleri üstünkörü ve mütedahil/birbirine girmiş bir şekilde anlatma meziyetini burada da sergilemiş. Zira tek hadise gibi anlattığı olay ve zikrettiği isim farklı hadiselere tekabul etmektedir.

Evvela “Ahmed b. Hanbel’in fanatik bir öğrencisi olan Zühlî” ifadesiyle İmam Ahmed ekolünün İmam Buharî karşıtı olduğu, öyle yetiştikleri, yetiştirildikleri ve Zühlî’nin de bu sebeple İmam Buharî’nin ölümüne neden olduğu îma ediliyor. Bu çok büyük bir yanlış. Zira kaynaklarımızda İmam Ahmed’in İmam Buhari’yi ne denli medihkar ifadelerle övdüğü kaydedilmektedir. Nitekim “Hıfz Horasan’dan dört kişide nihayete ermiştir: Ebu Zür’a, Buhârî, Abdullah b. Abdurrahman es- Semerkandî, Hasen b. Şücâ’el-Belhî…” [42] , Horasan Muhammed b. İsmail el-Buhârî gibisini çıkartmamıştır”, [43] gibi sözleri bu söylediğimizin en bariz ispatıdır.

Ayrıca ülkesine sokulmadı vb. gibi ifadelerle –Buhârî’yi çok seviyor ve düşünüyormuşçasına- olayı dramatize eden İslamoğlu’na tavsiyemiz Semerkand ve Horasan bölgesindeki insanların Buhari’ye ne denli saygı duyduklarını, hürmet beslediklerini ve kadrini takdir ettiklerini görebilmek için Hatip el- Bağdâdî’nin “Tarîh-u Bağdâd”ındaki ilgili yerlere[44] bakmasıdır.

Gelelim hâdisenin aslına: İslamoğlu’nun karmaşık olarak tek hadiseymiş gibi anlattığı olayları sıralayalım:
Birinci hadise: İmam Buhârî (rahimehullah)’nin Nîsabur’a geleceğini duyan ehl-i Nisabur büyük kitleler halinde büyük bir coşkuyla onu karşılamışlar. Hatta Buhârî’nin talebelerinden İmam Müslim (rahimehullah) Nisabur ehlinin Buhari’yi karşıladıkları gibi ne başka bir alimi ne de vâliyi karşıladıklarını görmediğini ifade etmektedir. [45]
Buharî’nin geleceğini duyan o beldenin meşhur hadisçisi Muhammed b. Yahya ez-Zühlî halkasındakilere “Gidin bu salih, âlim adamdan (hadis) dinleyin” der. Hatta başka bir rivayette “Kim Muhammed b. İsmail (el-Buhari)’i yarın karşılamak isterse onu karşılasın. Zira ben onu karşılayacağım” der. Bununla birlikte karşılayan kişilere “ona kelam meselesinden bir şey sormayın. Sonra Nasıbi, rafızi, Cehmî ve Mürcîler başımızı ağrıtır” diye tenbih eder. Nihayet Zühlî ve maiyetindeki Nîsabur uleması Buhârî’yi karşılarlar. Nisabur’da ikinci gününü de geçirir.

Üçüncü gün gelince bir adam kalkıp Kur’an’ın lafzının mahluk olup olmadığını sorar kendisine. İmam Buhârî de “Fiillerimiz mahluktur. Lafızlarımız da fiillerimizdendir.” diye cevap verir. Bu cevap üzerine insanlar, aralarında ihtilafa düşerler. Kimileri İmam Buhârî’nin bu ifadesiyle Kur’an mahluk olduğu manasını kastettiğini söyler. Kimileri de bunu kabul etmez. Daha sonra İmam Buharî bu sözüyle Kur’anın mahluk olduğunu kastetmediğini söylemiş ve “Allah’ın kelâmı Kur’an gayr-ı mahluktur” demiştir.

Ne var ki Nîsabur’a geldiğinde etrafında onca insanın toplandığını, ona rağbet gösterdiklerini gören bazı âlimler kendisine haset etmişler ve insanlar nazarındaki itibarına halel getirme kastıyla onun hakkında bu iddiayı ortaya atmışlardır. Hâdiseyi duyan ez-Zühlî de Buhârî hakkında insanlarla aynı zanna kapılmış ve “Allah’ın kelâmı Kur’an mahluk değildir. Her kim Kur’an’ın mahluk olduğunu iddia eder ve “Benim Kur’an’ı telaffuzum mahluktur” derse bidatçidir, kendisiyle bir arada oturulmaz, konuşulmaz.

Bundan sonra kim Muhammed b. İsmail (el-Buhârî)’e giderse onu töhmet altında bırakın. Zira onun mezhebinde olan kişilerin dışında hiç kimse onun meclisine katılmaz.” Demiştir. Bu tavrı sebebiyle İmam Müslim b. Haccâc ve Ahmed b. Seleme, Zühlî’nin meclisini terk etmişler, hatta İmam Müslim Zühlî’den yazdığı rivayetleri ona iade etmiştir.

Bu tavırdan ziyadesiyle ağırlanan ez-Zühlî bütün bu olayların baş müsebbibi olarak gördüğü Buhârî hakkında “Bu adam benle aynı beldede oturamaz” demiştir. Bu durumdan tedirgin olan İmam Buhârî şehri terk etme kararı almıştır. Ahmed b. Seleme el-Buhârî der ki; “Buhari’nin yanına girdim ve ‘Ey Ebu Abdillah! Bu adam (Zühlî) Horasan’da özellikle de bu şehirde makbul bir adamdır. Bu işte bir hayli ısrarcı davranıyor ve bizden hiç kimse de bu konuda onunla konuşmaya güç yetiremiyor. Ne düşünürsün bu konuda?’ dedim. Sakalına tuttu, ardından şöyle dedi: Ben işimi Allah’a ısmarlıyorum. Muhakkak ki Allah kulları (nı) görücüdür. Allah’ım sen biliyorsun ki ben Buhara’ya makam, şöhret veya riyaset için gelmedim. Muhaliflerin baskınlığından dolayı canım vatanıma dönmek istemiyor. [46] Ey Ahmed! Benden ötürü gündem yapmasından kurtulmanız için yarın yola çıkacağım.”

Hâdise budur. İslamoğlu’nun “Yani Ahmed b. Hanbel’in fanatik bir öğrencisi olan Zühlî’nin fetvası üzerine sokulmadı Semerkand’a. Buhara’ya girecek başını sokacak ülkesine bile sokulmadı” şeklindeki ifadeleri sadece meseleyi sulandırmak ve haberdar olunmayan bir konuda lafu güzaf etmekten öte geçmez. Zira aralarındaki konu hadisle ilgili değildir. Mevzu, Zühlî’nin İmam Buhari’ye karşı şahsî hoşnutszluğundan (kıskançlık vb.) kaynaklanan bir saldırısıdır. Bu olayı bahane ederek “Buharî’yi hadisçiler öldürdü veya vatanına bile sokmadılar” demek hakkaniyete yaraşmaz.

İkinci hâdise: Nihayet Buhârî memleketi Buhârâ’ya dönünce büyük bir kutlamayla karşılanmış hatta üzerine dirhemler ve dinarlar saçılmıştır.

Bekir b. Münir’in anlattığına göre Buhara valisi Halid b. Ahmed ez-Zühlî İmam Buhâri’ye el-Cami’u’-Sahîh’iyle Tarihini kendisine okumasını istemişti. İmam Buhari de gelen elçiye “ Ona söyle; ben ilmi sultanların kapılarına taşıyarak zelil edemem, eğer böyle bir ihtiyacı söz konusuysa mescidime veya evime gelsin. Eğer bu senin hoşuna gitmiyorsa işte sulta senin elinde. Beni ilim meclisimden men et de yarın Allah katında ilmi gizlemediğime dair bir özrüm olsun”demişti. İşte bu diyalogtan sonra Buharî’yle Buhara meliki arasında bir adavet başlamıştı.

Bu olay sonrasında Buhârî ye yapılan baskıların ve tehditlerin ardı arkası kesilmedi. Ve Buhârî sürgüne mecbur edldi. Buhârâ’dan çıktığında Semerkandlılar onu davet etti. Semerkand ehlinden onu istemeyenler de vardı tabi. Semerkand’a üç mil mesafede bulunan Hartenk kasabasındaki akrabalarının yanına giden İmam Buhârî burada bir gece “Allah’ım yer geniş olmasına rağman bana dar geldi. Beni kendine al” diye duada bulundu ve o gece tamamlanmadan vefat etti. [47]

Görüldüğü gibi İmam Buhârî’nin vefatı –yine hadislerden aldığı telkinle- sultana yaklaşmaması ve ilmi saray kapılarına meze etmemesi sebebiyle meydana gelmiştir. Hadiseyi mihverinden saptırarak İmam Buhârî’nin hadisçiler tarafından öldürüldüğü gibi ne tarihî verilerle ve ne de insafla iz’anla bağdaşmayacak laflar, bühtan etmekten başka bir şeyle ifade edilemez. Kaldı ki böyle olsaydı bile onun hadisçiler tarafından öldürülmesi hadislere mal edilemez. Mâl edilir derseniz Kur’an-ı kerimle de ilgili benzer sorular size yöneltilebilir.

Söylenebilecek daha çok söz varsa da biz tamamlamaktan yana olalım ve şununla bitirelim:

İslamoğlu’nun Buhârî’yi sıkça diline dolaması, görevli olduğu projenin tamamlanabilmesine Buhârî’nin en büyük engel oluşundandır.Bu bağlamda iki ihtimal söz konusu:
Ya Buhârî çökecek ve peşi sıra İslam’ın çöküşü sökün edecek.
Ya da Buhârî ayakta kalacak ve İslam değil de İslamoğlu çökecek.
Şüphesiz ikincisi…

Ömer Faruk KORKMAZ
—————————————
[1] https://www.youtube.com/watch?v=qY9-RbQjQVI
[2] Zümer, 3
[3] Âl-i İmrân, 83
[4] Bakara, 217
[5]Maide, 3
[6] Maide, 57
[7] Tevbe, 12
[8] Bakara, 135
[9] Âl-i İmrân, 95
[10] Mesela bkz. Bakara, 130, Nisa, 125, En’âm, 161, Nahl, 123 vd.
[11] Nahl, 123
[12] Hücurât, 12
[13] En’âm, 66
[14] En’âm, 107
[15] Hud, 12
[16] Hac, 49
[17] Ankebût, 50
[18] Fâtır, 23
[19] Bakara, 119
[20] İsrâ, 105
[21] Furkan 56
[22] Mesela Ahzâb, 45, Sebe’ 28, Fatır, 24, Fetih, 8
[23] İbrâhim, 1
[24] Nahl, 44
[25] Nahl, 64
[26] Tevbe, 103
[27] Tevbe, 73, Tahrim, 9
[28] A’râf, 157
[29] Tevbe, 29
[30] Ahzab, 45, Fetih, 8
[31] Hacc, 78, Benzer ayetler için bkz. Bakara, 143, Nisa, 41
[32] En’âm, 104, Hûd, 86
[33] Ğâşiye, 21-26
[34] Kâf, 45
[35] Bakara, 30
[36] İzz b. Abdisselam, Tefsîru’l-Kur’ân, Daru İbn Hazm, Beyrut, 1996, Baskı: I, (Thk: Abdullah b. İbrahim el-Vehbî) I/114
[37] Sâd, 26
[38] Kehf, 65
[39] Kehf, 82
[40] En’âm, 112
[41] İslamoğlu’nun mealindeki yanlışlıklar üzerine yapılmış bir çalışma için bkz. Hidayet ZERTÜRK, Gerekçeli Meâlin Gerekçesiz İfadeleri ( Mustafa İslamoğlu’nun Kur’an anlayışı), İstanbul, Ağustos, 2011
[42] Zehebî, Târîhu’l-İslâm, Daru’l-kitâbi’l-arabî, Beyrut-Lübnan, 1987, Baskı: 1, XVIII/228, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, Dâru’-hadîs, Kâhire, 2006, IX/535, Sübkî, Tabakâtu’ş-şafiiyyeti’l-kübrâ, Dâru Hicr, 1413, II/220
[43] İbn Müflih, Burhaneddin İbrahim b. Muhammed, el-Maksidu’l-erşed fî zikri ashâbi’l-İmâm Ahmed, Mektebetu’-rüşd, Riyad ,1990, II/377, Muhammed b. Abdülğanî el-Bağdâdî, et-Takyîd li ma’rifeti ruvâti’s-süneni ve’l- mesânîd, Daru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut-Lübnan, 1408, I/31
[44] Hatip el- Bağdâdî, Târihu Bağdâd, Daru’l-ğarbi’l-İslâmî, 2001, Bask: I, II/344
[45] Zehebî, Târihu’l-İslâm, Dâru’l-kitâbi’l-arabî, Beyrut-Lübnan, 1987, Baskı: I, IXX / 269, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, X/114
[46] İbn Hacer el-Askalânî, Hedyu’s-Sârî mukaddimetu Fethi’l-bârî, Daru Tayba, Riyat, 2011, B.IV, II/ 1311-13
[47] İbn Hacer, Hedyu’s-sârî, II / 1317-18

Etiketler:, , , , , , , ,