Cübbeli Ahmet Hoca’dan Hatıratlar – Yeni Mektup
Cübbeli Ahmet Hoca annesinin cenazesinden sonra izinli olarak ayrıldığı Metris Cezaevine geri döndü ve sevdiklerine teşekkürünün, ilmi tebliğlerin ve yaşadıklarını anlatan bir mektup gönderdi…
İşte 14 Haziran 2012 tarihli o mektubun tamamı;
Kıymetli kardeşlerim, muhiblerim, mahbublarım! Bir kere dünyaya geldik, yakayı ele verdik artık. İslamiyeti mutlaka çok iyi yaşamak mecburiyetindeyiz yoksa ateşte azap olunmak kaçınılmaz olur.
Fudayl ibni ‛Iyâz (Radıyallâhu Anh): “Dünya kapısından içeriye dalıvermek kolaydır ama dışarıya selametle çıkmak güçtür” buyuruyor. Zaten gönderirken bize sormadılar, biz kendimizi bu fırtınalı okyanusta bulduk, şimdi tek derdimiz iman, ameli-i salih ve takva sefînesine binerek âhiret limanına iman selametiyle çıkmak olmalıdır. Çoluk çocuğumuzu, eşlerimizi, akrabamızı, konu komşumuzu, sevdiklerimizi hatta bütün insanlığı bu hususta uyarmalı ve gayrete getirmeliyiz.
Büyük Veli Nehrecûrî (Kuddise Sirruhû): “Dünya deniz, âhiret sahil, gemi takva, insanlar da yolcular” buyurarak bizlerin dikkatini sefîne-i necâtın takva olduğuna yani kurtuluş gemisinin haramlardan sakınmak olduğu hususuna çekmiştir.
Mahfuz (Rahimehullâh): “Takva ilk önce haramlardan sonra şüpheli şeylerden bunların ardından da fuzûlî şeylerden sakınmaktır” buyurarak takvanın farklı mertebelerine dikkat çekmiştir. Efendi Hazretleri ise: “Şirkten sakınmak, haramlardan sakınmak ve müsivâdan yani Allâh-u Te‛âlâ’nın gayrı her şeyden kalbi korumak” şeklinde merâtib zikrederdi, biz de size bunu uzun uzun izah etmiştik. Bu üç mertebeyi kesbeden kula hiçbir şey zor gelmez.
Velilerden biri:
“Âgâh ol ki isteğine ancak sabırla ulaşabilirsin, Takva ile de demirler, bile senin için yumuşar”
buyuruyor.
Takva hakkında çok tarif varsa da Ömer ibni Abdilaziz (Radıyallâhu Anh)ın “Takva insanı haramlardan ve şüphelilerden alıkoyar” sözü en şumüllüsüdür. Rabbim cümlemize kâmil manada takvayı kazanmayı nasip eylesin, sadece bu rivayetleri konuşup aktarmakla yetinmeyerek zamanımızı şerli kılmaktan muhafaza eylesin.
Ebû Hâzım el- Mekkî (Kuddise Sirruhû) bu konuda: “Şayet icraat yerine lafla iktida edilen (peşinden gidilen) ve amel yerine ilimle (bilgiyle) kanaat olunan (yetinilen) bir zamanda yaşıyorsan, en berbat insanlar arasında ve kötü bir zamanda yaşıyorsun demektir” buyuruyor.
O halde hepimiz bu mübarek tevbe ayı olan haram ayda, Receb-i Şerîf’in mirac gecesine yaklaştığımız şu günlerinde hemen tevbe etmeli, özellikle bir vakit dahi kazaya namaz bırakma günahından çok pişman olup kazalara başlamalı, küçük, büyük tüm günahlara nâdim olmalı ve tevbeyi tehir etmemeliyiz. Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem):
“Tehirciler (tevbeyi geciktirenler) helak oldu” buyurarak hemen tevbe etmeyenlerin tevbesiz ölerek helak olacaklarını bildirmiştir.
İmâm-ı Ğazâlî (Rahimehullâh): “Ey nefsim! Sonra tevbe ederim ve iyi ameller yaparım diyorsan ölüm daha önce gelebilir, o zaman pişman olup kılarsın. Yarın tevbe etmeyi bugün tevbe etmekten daha kolay sanıyorsan aldanıyorsun” buyuruyor.
Bakın geçen hafta 5.1 kuvvetinde deprem oldu, karşı koğuştakiler fırlayıp dışarı çıkmışlar, memura “Hoca ne yapıyor?” diye sormuşlar, malumunuz denizde fırtına çıkınca, karada zelzele başlayınca hocalar pek itibarlı olur, biz de arkadaşlarla cemaatle yatsı namazı kılıyorduk, “Hoca namazda” demişler, onlar da içeri geri girmişler. Hamdolsun bu sefer deprem bizi namazda buldu, ölsek namazda ölecektik. Yine geçende biri cuma namazında kalp krizi geçirdi, vefat etti, Rabbim rahmet eylesin.
Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) buyurduğu gibi:
“Yaşadığınız gibi öleceksiniz, öldüğünüz gibi de diriltileceksiniz.”
Rabbimiz iman ile yaşayıp iman ile ölmeyi nasip eylesin. Âmîn! Önümüzde ölüm gibi bir hakikat varken nasıl oynarız, oyalarınız da ona hazırlanmayız!
“Keşfü’l-kulûb”de zikredildiği üzere; Hasan-ı Basrî (Radıyallâhu Anh) der ki: “Ölüm dünyanın bütün rezilliklerini ortaya çıkartı da akıl sahipleri için onda zevk alınacak bir şey bırakmadı.”
Hazreti Ali Efendimiz (Radıyallâhu Anh)ın ashâbından Rebî‛ ibni Haysem (Radıyallâhu Anh): “Kişinin beklediklerinin içerisinde ölümden daha hayırlısı yoktur” demiştir.
Hikmet ehlinden bir zat dostlarından birine gönderdiği mektubunda şöyle diyordu: “Ey kardeşim! Ölümü arayıp da bulamayacağın diyara (âhirete) göç etmeden önce bu dünyada iken ondan sakın, hazırlıklı ol.”
İbni Sîrin (Rahimehullâh) yanında ölüm anıldığı zaman bütün âzâları sanki hayatiyetini kaybetmişçesine donakalırdı.
Ömer ibni Abdilazîz (Radıyallâhu Anh) her gece âlimleri toplar, beraberce ölümden, kıyametten ve âhiretten bahseder, sonra da sanki önlerinde cenaze varmışçasına ağlarlardı.
Görüyorsunuz, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)den sonraki 100 yüz yılın müceddidi kabul edilen ve rütbesi dört büyük halifeden sonra gelen bir zat ölüm korkusuyla nasıl ağlıyor, ağlıyor çünkü Rabbini tanıyor, tanıdığı için de korkuyor. Bizim gibi Rabbinden gâfil olanlar da cenazede bile gülebiliyor, ölüm bizi uyandırmadan Rabbim bizi uyandırsın. Âmîn!
Tavşan gibi ayakta uyumayı bırakalım, kendimize sahip olalım, amellerimize mukayyet olalım, yarın kabirde, âhirette hem kendimiz mahcup olmayalım, hem daha şimdiden Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)i, sahâbeyi, mürşidlerimizi ve dostlarımızı utandırmayalım, çünkü onlar bizim amellerimizden haberdâr edilmektedir.
Nitekim İmâm-ı Ğazâlî (Rahimehullâh) şöyle anlatır; Amr ibni Dînâr el-Mekkî (Rahimehullâh) der ki ‘Ölen her kişi kendisinden sonra ailesinin neler yaptıklarını, kendisini nasıl yıkadıklarını ve kefenlediklerini bilir. Kabrinden onları seyreder durur.”
Mâlik ibni Enes (Radıyallâhu Anh) demiştir ki: “Bana ulaşan haberlere göre müminlerin ruhları serbest bırakılır, onlar diledikleri yere giderler.”
Hâkim (Rahimehullâh)ın rivayetine göre Nûman ibni Beşîr (Radıyallâhu Anh) anlatıyor: “Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şu minberde şöyle buyurduğunu işittim: ‘Dikkat edin! Dünyadan geriye kalan (zaman) bir karasineğin havada dolaşması (ve ölmesi) kadardır. Kabirdeki arkadaşlarınız hakkında Allâh’tan korkun, kötü işlerden sakının, zira amelleriniz onlara gösterilmektedir.”
Deylemî (Rahimehullâh)ın Ebû Hureyre (Radıyallâhu Anh)dan rivayet ettiği bir hadîs-i şerifte Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: “Kötü amellerinizle ölülerinizi utandırmayın, çünkü yaptıklarınız kabirdeki dostlarınıza iletilir.”
Ölümü düşünen ve imanını kurtarmak isteyen kişi dâima zikretmeli, özellikle de tevhid zikrine devam etmelidir. Çünkü Efendi Hazretleri’nin “Nefehât-ı Şerîfe”den naklettiğine göre; kişi 104 kitabı ezbere bilsebile ölüm sekerâtının şiddetinden hepsini unutur ancak hâl-i hayâtında ve sıhhat-i bedeninde dili Allâh-u Te‛âlâ’nın zikriyle ıslak kaldıysa, o zikir ondan zâil olmaz. Yine de biz kimin ne halde olduğunu bilemeyeceğimizden dolayı ihtizar halinde olanlara tevhid zikri telkin edelim, sağ iken zâkirlerden değilse o anda alması pek zor olur ama yine de biz telkin yapmalıyız. Ne mühim bir meseledir ki bu zikirle ölenin cennete gireceği kesin oluyor.
Nitekim Hazreti Osman (Radıyallâhu Anh) der ki: “Son anlarını geçiren birine, ‘Lâ ilâhe illallâh’ zikrini telkin edin. Çünkü dünyadaki son anlarını bu kelimelerle bitiren kişinin, âhiretteki azığı (mükâfatı) muhakkak cennet olur.”
Hazreti Ömer (Radıyallâhu Anh) ise şöyle demiştir: “Ölmek üzere olan hastalarınızın yanlarında bulunun, onlara Allâh’ı hatırlatın. Çünkü onlar, sizin göremediklerinizi görürler. Onlara, ‘Lâ ilâhe illallâh’ zikrini telkin edin.”
Beyhakî (Rahimehullâh)ın rivayetine göre Ebû Hureyre (Radıyallâhu Anh) şöyle anlatmıştır: “Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şöyle buyurduğunu işittim: “Bir gün, Azrâîl (Aleyhisselâm) ölmek üzere olan birinin yanında hazır bulunduğu bir sırada kalbini yokladı, orada bir şey bulunmayınca çenesini ayırarak diline baktı. Onu, ucu bir tarafa yapışmış, Kelime-i Tevhid’i söylerken buldu. İşte o adam, ihlâs kelimesini (Lâ ilâhe illallâh zikrini) söylemesi sebebiyle affedildi.”
Şimdi bu rivayetleri duyan birisi nasıl gafletle yaşar, zikirsiz nasıl durur, salih amellere karşı nasıl gâfil olur da her an ölebileceğini düşünmez?!
Mevlânâ (Kuddise Sirruhû) ne güzel buyurmuş:
“Akıp giden zaman içinde bir kafesteyim, Her türlü amelde çok âhesteyim.
Kabrim beni bekliyorken, dünyalık hevesteyim, Uyandır artık yâ Rab! Belki son nefesteyim.”
Son nefesi, ölüm sekerâtını ve kabir ahvâlini düşünen kişi kabristanları çok ziyaret ederek keyfini kaçırmalı, günahlarını düşünerek ağlamalı, âh-ü vâh etmelidir.
Yunus Emre (Kuddise Sirruhû)nun buyurduğu gibi:
“Aşık Yunus eder âhı, Göz yaşı döker günahı.”
Sahâbe-i kirâm, hulefâ-i râşidîn hazarâtı bu yüzden ağlarlardı, nitekim Tirmizî (Rahimehullâh)ın rivayetine göre Osman ibni Affan (Radıyallâhu Anh) bir kabrin başına oturduğu zaman sakalları ıslanana kadar ağlardı. Kendisine “Ey Osman! Neden cennet ya da cehennemden bahsedildiğinde ağlamıyorsunuz da bir kabrin başına oturduğunuz da ağlıyorsunuz?” diye soruldu. Hazreti Osman (Radıyallâhu Anh) şöyle cevap verdi: “Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) buyurdular ki: ‘Kabir, âhiret yolculuğunun ilk konağıdır. Eğer kişi buradan kurtulursa artık gerisi kolaydır. Yok, kurtulamazsa gerisi çok çetindir.”
“Keşfü’l-kulûb” isimli eserde zikredildiğine göre ‛Amr ibni Âs (Radıyallâhu Anh) bir kabristanlığın yanından geçmekte iken kabirlere doğru baktı. Sonra atından indi ve iki rekât namaz kıldı. Kendisine: “Bu hareket, bugüne kadar hiç yapmadığınız bir şeydi, şimdi neden yaptınız?” diye soruldu.
‛Amr (Radıyallâhu Anh): “Evet, kabir ehlini düşündüm. Onlarla amel arasındaki engeli hatırladım. İşte bu iki rekâtlık namazla Allâh’a yaklaşmayı istedim” dedi.
Görüyorsunuz ne akıllı insanlar, hemen salih amele koşuyorlar, öldükten sonra bu fırsatlar bir daha ele geçmez.
Rivayete göre salihlerden biri geçmiş büyüklerden birini mana âleminde görüp halini sorunca o zat: “Siz amel imkanına sahipsiniz ama buranın ciddiyeti hakkında ilim sahibi değilsiniz. Biz ise ilim sahibiyiz yani gerçeği anladık fakat amel edemiyoruz” diye cevap verdi.
Burası dünya, şu anda amel etme fırsatımız var, geçenleri kaza etme imkanımız var, abdestte, namazda, zekat hesabında bir yanlışlık yapsak telâfi imkanı var, şimdi ölsek bütün bu imkanlar bitecek, geri dönüş yok, tevbe kapası kapandı, orada telâfi imkanı kalmadı, ateşte yanmak… Buna kim dayanacak?!
Akıllılar hep bunları düşündüler, her işten mana çıkardılar, dünyada karşılaştıkları her bir hâdiseyi âhiret gözüyle değerlendirdiler, onun için kâr ettiler, kaybetmediler.
Nakledildiğine göre Bağdat’ta bir dokumacı, dokuduğu sepeti satmış ama daha sonra o sepette bir kusur gördüğü için müşteri sepeti iade etmiş, ödediği parayı da geri istemişti.Bu durum karşısında dokumacı, tezgahtaki sepete bakıp ağlamaya başladı. Dokumacının bu halini gören müşteri, adamın maddi açıdan zor durumda olduğunu düşündü. “Adamın durumu çok sıkışıktı galiba, sepet karşılığı aldığı parayı hemen kullanmış olmalı, şimdi parayı ödemez durumda mı yoksa?” diye düşündü. Müşteri iyi kalpliydi “Niye ağlıyorsun?” diye sordu. “Sepeti geri verdim diye ağlıyorsan dert etme. Sepeti geri götürürüm, parayı da geri istemem” dedi.
Dokumacı: “Hayır” dedi. “Sepet için ağlamıyorum. Sepetin bir kusuru görüldü de geri çevrildi. Peki ya ömür boyu yaptıklarım Allâh (Celle Celâlühû)nün huzuruna arz olunduğunda, böyle bir kusur yüzünden geri çevrilecek olursam, ne olur benim halim? Siz sepeti iade ederken aklıma bu geldi de bunun için ağladım. Hayat bir sepet gibi değil ki, düzeltilsin yahut tekrar yapılsın.”
Görün bakın ne akıllı adamlar yaşamış. Şimdikiler “Bu ne?” der. “Ne alâka?” der, halbuki çok alakâsı var.
Rahmetli Şehit Hızır Efendi’nin yakını Veysel Efendi’nin, Efendi Babamız Hacı Ali Haydar Efendi (Kuddise Sirruhû)dan kalma bir dedesi vardı, demircilikle meşgul olduğu için yani el emeği yediği için Efendi Babamız onun rızkının helal olduğunu bildirirmiş. O mübarek İsmailağa’daki yıpranmış mushafları tamirle uğraşırdı, işi gücü onlara bakım yapmaktı, edeplere çok riayet ederdi, yüzü nur gibi parlardı, dedemin dostuydu. O eski ihvandan bir kişi, şimdikilerden yüz bine bedeldi. O zaman sabah-akşam okunan hatm-i şeriflere ilaveten cuma namazından sonra, bir de pazar günü ikindilerden sonra da hatm-i hâcegan okunurdu. Efendi Hazretleri pazar günleri hep Beykoz’da olurdu, ancak nüfus sayımı yahut bayram veya seçim gibi nedenlerle sohbet olmazsa Câmi-i Şerif’de kalırdı. Sâir haftalar Beykoz sohbetinde olduğu için pazar günündeki bu hatm-i şerîfi Kadir Efendi okuturdu. Yani mâneviyatı yüksekti, o zaman şimdiki gibi sonunda Hoca lakabı olan herkes hatm-i şerîf okutamazdı, hatta bu nedenle rahmetli Hasbi Hoca bir sıkıntı yaşamıştı.
Çünkü Efendi Hazretleri kendisi bulunmadığı zaman hatm-i şerîf okutma iznini ona değil de merhum Akyazılı Mustafa Efendi’ye vermişti, çünkü Akyazılı Mustafa Efendi’nin manevi makamı daha yüksek bilinirdi, hatta Hasbi Hoca merhum: “Efendim, biz bunca ilmi niye tahsil ettik o zaman?!” deyince Efendi Hazretleri “Mektubat okuma ve sohbet ve hatm-i şerîf işlerini ona bıraktık” buyurmuştu.
Gerçekten Merhum Akyazılı Mustafa Efendi büyük bir veli idi, vefatından önce ben Rize’ye giderken Rasül Hocam’la birlikte onu ziyaret ettik, elini öptüğümde bana “Rize’den döndüğünde beni hayatta bulamayacaksın” diye o kadar kesin konuştu ki şaşırdım. Halbuki o zaman hiçbir hastalığı yoktu.
Vefatından sonra onun kabrini rüyamda gördüm, Ali Haydar Efendi Hazretleri’nin kabr-i şerîfinin kıbleye ters kalan tarafında, baktım kabir açık, içi boş, o anda kendimi rüyamda İsmailağa Câmii’nin mihrabında buldum, kendisi sağken daima mihrabın önünde otururdu, ona “Siz ölmediniz mi?” diye sordum. Bana: “Ölmüştüm ama camideki işler yarım kaldı diye beni bir süreliğine daha geri gönderdiler” dedi. Bu rüyayı Efendi Hazretleri’ne anlattığımda: “Bu, onun hizmetinin makbul olduğuna delalet ediyor, hakikaten kaç kişinin işini yapıyordu, namazları kıldırıyordu, hatm-i şerifleri okutuyordu, bu kadar insanın derslerini değiştiriyordu, hiç naz etmiyordu, ona ne kadar ihtiyacımız var” buyurmuştu.
Onun, Hasbi Hocamız’ın, Hacı Kadir Efendi’nin Câhid Dedem’in her birerlerinin Hurşid Efendi’yi anmadan olmaz, hepsinin ruhu için bir kelime-i şehâdet, bir de Fâtiha-i Şerîfe okuyalım.
Şimdi nerden geldik buraya, ben yazılarımda da sohbetlerim gibi daldan dala atlamaya başladım ama irtibatı var, hem size İsmailağa’nın o feyizli günlerinden, başkalarından duyamayacağınız esintiler serpiştiriyorum. Şimdi diyeceğim; evvelce anlattığım dokumacı kıssası gibi Hacı Kadir Efendi de bir gün namaza geldi, ben zaten cami kuşu, dedem tehecütte camiyi açardı, camide ondan fazla oturan bir Allâh kulu olamazdı, ben de onunla dururdum, Kadir Efendi de namaza erken gelenlerdendi, birinci safa oturdu, o sırada birileri mihrabın kenarındaki sarı şamdanları patlatıyordu, bir malzemeye sildikçe rengi açılıyordu. Kadir Efendi birden ağlamaklı oldu, biz ona ne olduğunu sorunca: “Evladım işte bizim kalplerimiz de böyle zikirle ve Kur’ân tilavetiyle parlatılmazsa paslanır kalır sonra simsiyah olur, bu kalbi nasıl temizleyeceğiz?!” dedi.
İşte bu insanlar, bu eski ihvanlar, onun arkadaşı rahmetli beni âhiret kardeşi yağan Akçakocalı İsmail Efendi, Sapanca’dan bakırcı İsmail Efendi, bunlar beni çok etkilemiş eski ihvanlar, tâ Ali Haydar Efendi Babamız’dan kalan ihvanlar, Bandırma’dan merhum Mûtullâh Efendi, Muzaffer Efendi, hâlen hayatta 90 yaşlarında olan Ramazan Efendi…
Ortak özellikleri, el emeğinden yemeleri, tevazuları, Efendi Hazretlerimiz’e yeni ihvan gibi bağlı olmaları, ihvanı gördüklerinde sarılmaları, Efendi Baba’dan bahsederken ağlamaları, zikirden âhiretten bahsederken aşka ve vecde gelmeleri, hislenmeleri, Allâh için vermeleri, cömert olmaları, ikramı sevmeleri, teheccüt kaçırmamaları, dâim zikir üzere bulunmaları, daha ne sayayım?!
İşte ben bu zatları gördüm, bunlardan çocukluğumda çok etkilendim, onları çok ama çok sevdim onlardan Ali Haydar Efendi Babam’ın kıssalarını dinlemek için peşlerinde dolaştım, onların hepsiyle daha ismini unutmuş olduğum niceleriyle mesela Tevfik Burkay Efendi ile ki Efendi Babam’ın Bursa vekili ve çok sevdiği Billurcu Mehmet Efendi’nin oğlu idi, onları ile âhiret kardeşi oldum, onlarla görüşeceğim diye sabahlara kadar uyumazdım, onları da uyumazdım, hep Efendi Babam’dan sorardım, onlar da ağlaya ağlaya cömertçe anlatırlardı.
Tabi Efendi Babam’ın ortanca oğlu Hâlid Ağabey’den çok şeyler duyardım, onunla çok hukukum vardı, Rabbim ömrünü uzun etsin, Efendi Babamız’ın küçük mahdumu Hâfız Bahaddin Ağabeyim’den çok istifade ettim, o Efendi Babam’la çok kaldığı için Efendi Babam’ın özel hayatını, yatmasını, kalkmasını, yemesini, içmesini, gelenini, gidenini en çok o bilir, hafızası da yerinde, Rabbim nazardan muhafaza eylesin, ne edip edip onu uzun uzun konuşturup Efendi Babam’ın henüz duymadığımız daha nice muhteşem hallerini öğrenmemiz lazım.
Efendi Babam’ın büyük oğlu Şerif Abi ki rüyasında Şeyhulislam İsmail Efendi’nin kolunu kabrinden çıkmış halde: “Daha ne durursuz, bu camiyi tamir etmezsiniz” derken işitip camiyi yeniden inşa etmişti, ona da yetiştim ama küçüktüm. 6-7 yaşlarındayken o yatsı namazına geldiğinde ayakkabılarını tutar, çıkışta önüne koyardım, duasını alırdım, Efendi Hazretleri ona da, Efendi Babamız’ın diğer mahdumlarına da hatta Efendi Baba’dan kalan ihvana da başka tarikatların şeyhlerine hürmetinden fazla ihtiram ederdi, çünkü Efendi Hazretleri’nin, şeyhini sevdiği kadar, kimsenin şeyhini sevdiğini görmedim, işitmedim. Zaten gerçek sevgi bu değil mi?! Böyle olmalı değil mi?
Ama biz Efendi Hazretleri’nin sevdiği adamlara ne yapıyoruz, neler diyoruz?! Ezip geçiyoruz, kendimizi öne geçirmek için neler uyduruyoruz, bizden hakiki mürid olur mu?! Rabbim kalplerimize bu dostlarının sevgisini diğer tüm sevgilere galip gelecek derecede işletsin, içirsin, yerleştirsin. Ben ne kazandımsa ki bir şey kazandığımı da sanmıyorum ama en azından Efendi Hazretleri’nin bu sevgisini ve iltifatını hep Efendi Baba’ya, silsilemiz büyüklerine, Allâh dostlarına ve Efendi Baba’nın ihvanına karşı sevgimden ve alâkamdan dolayı tahsil ettiğimi düşünüyorum.
Onları o derece sevdim ki Akçakocalı İsmail Efendi’yi görmek için ondan bir şeyler duymak için Akçakoca’daki köyüne giderdim. Sapancalı İsmail Efendi âhir ömründe Rize’deki köyüne yerleşmişti, onu gidip köyünde buldum, öyle mübarek bir zattı ki merhum Hacı Bilal Efendi bile bir gece teheccütte onu dükkanında yanan ocağın başında teheccüt kılıp zikrederken görmüş de gizlice takip etmiş sonra onun nereye bağlı olduğunu araştırıp Efendi Hazretlerimiz’i bulmuş. Adamların halleri sözlerini geçmiş, yüzlerini görenler muratlarına ermiş, Rablerini hatırlar hale gelmişler. O mübarek benim ellerime çok bakar, Efendi Baba’nın mübarek ellerine çok benzetirdi, sonra Efendi Baba’nın resmini görünce fark ettim, Rabbim kalbimi de benzetsin.
O zaman Efendi Babamız’ın resmini de görmemiştim, nerede böyle bolluk?! Şimdi dergiler dolu. Eski bir ihvan Efendi Babamız’ın resmini getirip gizlice İsmailağa’nın minberinin arkasında gösterdiği zaman, Şehit Bayram Hoca da yanımdaydı, o zaman ihvan değildi ama İsmailağa Büyük Kurs’ta okutuyordu, eskiden beri âlimlere, velilere hayrandı, gerçek âşıktı, Efendi Babamın resmini görünce sanki Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)i görmüş gibi olduk, şaştık kaldık, nûra ğark olduk, günlerce kendime gelemedim, düşünsenize çocukluğumdan beri yıllar yılı faziletlerini, ilimlerini, kerametlerini, Efendi Hazretleri’nden dinlediğim o yüce zatı canlı gibi gördüm. Rabbim şefaatlerine nâil eylesin. Âmîn!
Geriden beri ismi geçen başta Efendi Babamız olmak üzere bütün büyüklerimizin ervâh-ı tayyibeleri için buyurun bir şehâdet ve Fâtiha-i Şerîfe okuyalım. Bu faslı bitirirken işi sadece hikaye tarîkiyle nakle bırakmayalım, rahmetli Kadir Efendi’nin ağladığı mesele yani kalbin cilalanması ve temizlenmesi konusunda evliyâullâhın bir beyanını arz edelim;
Tüm âlem Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarına mazhar olmuştur, O’nu aksettirir (yansıtır). İnsanın kalbi de buna benzer. Yüce Allâh’ın sıfatlarını yansıtan küçük âlemdir. Bu yüzden kalp, Allâh’ın nazargâhıdır. Ruhlar âlemini içine alır. Kâinatın yaratılışında Arş ne ise, bedendeki kalp de odur. Arş, mana âlemiyle madde âlemi arasında bir köprüdür. Emir âleminden gelen ilâhî tecelliler önce Arş’a iner. Sonra madde âlemine yansır.
İşte beden dünyasına gelen tecelliler de önce kalpte yer bulur. Sonra ruh, mânevî zevk alır ve gelen tecellileri bedenin bütün uzuvlarına ulaştırır. O zaman saçımızın bir teline varıncaya kadar bütün âzâmız bu manevi hissi elde eder.
Mesela harama bakan gözü düşünün; manevi kiri önce kalbe gider, diğer uzuvlara kazanılan günahların manevi kirleri de böyledir. Onun için kalbin günahlardan arındırılması gerekir. Bu da zikirle olur. Kalp zikretmezse günahların kirini atamaz hale gelir. O zaman ilâhî feyizleri de anlamaz. Bu yüzden büyüklerimiz, kalbin Allâh’tan gâfil kalmaması için çok gayret etmişlerdir. Kalbin temizliğine önem vermişlerdir.
Rabbim cümlemize Kendi aşkından ve dostlarının sevgisinden gayrı her şeyden arınmış, ak ve pak olmuş yevme lâ yenfe‛u’de fayda verecek kalb-i selimler nasîb-ü müyesser eylesin. Âmîn!
BAZI MÜHİM TEBLİĞLERİM
Evvela halimi hatırımı soranlara bildirmek isterim ki iman ve İslam nimetleriyle müşerref olmam hasebiyle ne kadar şükretsem azdır, bir süreliğine hürriyetimden mahrum bırakıldım diye sabırsızlık ve rızasızlık göstermek bize yakışmaz.
Bizden çok daha zor durumda olan Müslüman kardeşlerimiz var. Geçenlerde serbest bırakılan 79 gün açlık grevi yapmış Sâir isimli Filistinli mahkum Ramle cezaevindeki 97 mahkumun her an ölebileceğini belirterek “İsrail’deki cezaevleri mezar gibi” demiş, hamdolsun biz o durumda değiliz. Tabi en mühim fark onlara bu zulmü Yahudiler yaparken bize ise Müslümanların yapmış olmasıdır, akıl erecek gibi değil, milleti ne sıkıntıya soktular.
Elsem Sungur adıyla gelen mektupta orta ikide okuyan bir yavrumun öğretmeniyle mücadelesi konu ediliyor, öğretmenin işi bitmiş. “Her cübbeliyi hoca sanıyorlar” diyerek beni misal vermiş, çocuk da “Siz de her yazılanı doğru sanıyorsunuz” diyerek beni misal vermiş, çocuk da “Siz de her yazılanı doğru sanıyorsunuz” diyerek onu susturmuş.
Yahu bir de öğretmen olacak! Okullarınızda yetiştirdiğiniz nesil ortada, bir kelime faydalı bir şey öğreteceğine bakın ne konuşuyor?! Şimdide 12 seneye çıkardılar, şahken şahbaz oldular.
Rabbim benim başıma gelen bu işte ancak benim şerefimi ve itibarımı artırmış, müfterîlerin ise rezilliğini tescillemiştir. Çünkü ben büyük bir haksızlığa uğratıldım ve sabrettim, bu yüzden Tirmizî’nin rivayet ettiği “Yeminle ifade edebileceğim üç husus vardır; sadaka vermekle kulun malı eksilmez, Allâh-u Te‛âlâ uğradığı haksızlığa sabreden kişinin şerefini arttırır, dilenme kapısını açan kimseye Allâh-u Te‛âlâ fakirlik kapısını açar” hadîs-i şerifinden dolayı Rabbimden Habîbi (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in diliyle vaad ettiği bu müjdeye nâiliyet dilemekteyim.
CENAZEME İŞTİRAK EDENLERDEN RABBİM RAZI OLSUN
Bildiğiniz üzere; ayaklarının altını öptüğüm muhtereme validem bana atılan iftiralara çok üzüldüğünden, evvelce zahiren ölümcül bir hastalığı yokken sırf benim hapiste bulunmam nedeniyle 4 aydır yemeden içmeden kesildi. Serumlarla yaşıyordu, benim gibi onun da damarları derinde olup zorla bulunduğundan aylardır elleri kolları delik deşik oldu, haftalarca yoğun bakım ünitelerinde baygın vaziyette kaldı, benim bilgim yokken Lalegül Fm’deki arkadaşların kendisi ile yaptıkları mülâkat her şeyi net bir şekilde ortaya koymuştur. Bana sorsalar belki de annemi radyoda konuşturmayın derdim ama “Her şeyde bir hayır var” kaidesince iyi ki konuşturmuşlar, böylece onun ölümüne bu müfterilerin sebebiyet verdiği, ortada hiçbir şey yokken bana zulmü yapanların dünyada da, âhirette de katil muamelesi görecekleri tescil edilmiş oldu.
Bir de elimizde annemizin duyabildiğim son ses kaydı mevcut oldu. Allâh-u Te‛âlâ’nın’nın, meleklerin, enbiyanın, Rasûllerin ve cemi mahlûkatın lanetleri annemin ölümüne sebebiyet veren bu müfterilerin üzerine yağsın ve onların dünya âhiretlerini kaybetmelerine sebep olsun. Âmîn, Âmîn, binlerce Âmîn!
Anneciğim, bana aşırı düşkündü, 12 yaşımda Rize’ye okumaya gideceğim zaman gurbet hasretine dayanamayacağını bildiğim için 2 aylığına yazın kalmak için gideceğimi söyledim ama çok eşya ve iki bavul hazırladığımı görünce “Ahmet bu hazırlık iki aylığa benzemiyor, siz bana doğru söylemiyorsunuz” diye çok üzüldü. Hatta defaatla baygınlık geçirdi. Sonra hastaneye kaldırıldı, fakat ilim hevesinden benim gözüm anne-baba hiçbir şey görmüyordu. Onu öylece bırakıp gittim. Tam 20 ay kaldım, arada bir kere geldim; 1 hafta kalacaktım. Efendi Hazretleri bana biraz ibare okuttu sonra bana “İyi hoca olmaya başlamışsın, bilsem daha önce gönderirdim ama şimdi 1 hafta durma sonra yine buraya alışırsan geri gitmemek isteyebilirsin” buyurarak beni 2 gün sonra geri gönderdi.
O zaman gelip giderken yollarda bana Samsunlu İsmail Ağabeyim refakat ediyordu. Annem beni bir hafta bile göremeden yine ayrılmıştık, zaten 7-8 yaşlarımdan beri camiden eve gelmezdim. Rize’ye 1980 Haziran’ında icazet alacağım zaman annem beni almaya geldi, o zaman babam Türkiye’nin %80 demirini temin edecek derecede büyük bir iş adamı olduğu için sürekli İsviçre, İran gibi ülkelerde bulunduğu için annemi alıp bir kere yanıma getirecek fırsat bulamadı. O vakit tütüncüler köyünde sabit telefon bile olmadığından ben annemle çok nadir ayda bir kere ancak telefonla konuşabiliyordum.
Hatta onu üzmemek ve sitemine maruz kalmamak için 20 ayda ya bir ya iki kere konuştuğumuzu hatırlıyorum ama icazette o kalabalığı, İstanbul’dan Efendi Hazretlerimiz’le birlikte 3 otobüs ulema ve fuzalânın, Karadeniz, Erzurum ve civarından katılan binlerce âlim ve salih zevâtın, o zaman Milli Gazete’de çıkan habere göre 50.000 kişilik cemaatin iştirak ettiği o merasimi, camide yapılan merasimi 10 binlerce kişinin çay bahçelerini doldurarak mikrofonlardan dinlediğini, Efendi Hazretlerimiz’in kadınlara bir çay alım yerinde sohbet ederken izdihamdan çökme tehlikesi atlatılacak kadar coşkulu kalabalıklar oluştuğunu görünce o zaman benim gurbete giderek isabetli hareket ettiğimi itiraf etti.
Böylece biz orada bulunduğum zaman zarfında Hemşin’in köylerinden vefat etmiş eski âlimlerin çocuklarından parayla satın aldığım kütüphanede ve Rize’den aldığım kitapları kolilere doldurarak bir otobüs tutup, attım. Tamamen kitaplarla doldurup annemle birlikte İstanbul’a döndük fakat döner dönmez o zamana kadar büyüteçlerle kitapları görebilen Efendi Hazretleri “Ahmet, artık ben hiç göremez oldum, bundan sonra sen benim gözüm olacaksın, kitapları bana sen okuyacaksın” buyurunca, sürekli kitaplara bakan Efendi Hazretlerimiz beni yanından hiç ayırmamaya başladı. Haftanın her günü, bazen günde iki-üç sohbet ettiği olurdu, hepsinde de Kuran-ı Kerimden ders takip ettiği için sürekli tefsir, hadis ve “Mektubat” okutur, mana verirdi. Gece geç vakitlere kadar camide kalırdı, ben de kendisini beklerdim. Evine bırakmadan ayrılmazdım, bazen gece bire, ikiye kadar durduğu da olurdu. Hiç unutmam evinin kapısına vardığında Edirnekapı’ya doğru döner, mutlaka Ali Haydar Efendi Babamız’a hediye gönderir, öyle içeri girerdi. Saat kaç olsa da, ne kadar yorgun olsa da o yönelişi yapmadan eve girmezdi. Sabah erkenden çıkacağı için ben eve gidersem uyanamam diye camide kalır, sabah yine karşılardım. Annem yine beni bazen haftalarca göremezdi, zaten evde kalsam da geç vakit gelir, uyanamam endişesiyle halının üzerinde yatar, teheccütten sonra çıkardım. Zaten Cahit dedem 30 yıl camiye teheccütte açtığı için müezzinler anahtarları ona vermişlerdi. O da beni uyandırıp giderdi, o mübarek günde bir öğün yer o da bir tabak yerdi. Annem ne kadar ısrar etse kinci bir şey yemezdi.
Dedem gündüz bir saat kaylûle yapar, yatsıdan sonra sünnet üzere hemen yatar, her gece birde kalkardı. Efendi Hazretleri’ne intisap ettiğinden beri 42 senesini hep böyle geçirmişti. Günlük 50.000 tevhid ve lafza-i celal okurdu. Efendi Hazretlerimiz “Türkiye onun zikriyle duruyor, ona bu zikri kim öğretti?” diye sorardı. Ben de “Siz öğrettiniz Efendim, bütün dünya da sizin zikrinizle duruyor” derdim.
Efendi Hazretleri de benim laf ebeliğime gülerdi ama mübarek başını sallayarak da sözümü tasdik ederdi. Dedem evvelce Samsun da bir Kādirî şeyhine mensupmuş, kendisi yetim büyümüş, babası Cemal Dedem bir komşu kızına taciz edeni durdurayım derken vurularak şehit olmuş. Annem Samsun türkülerinden olan “Cemalim, Cemalim, alkanlar içinde kaldı Cemalim” türküsünün büyük dedem için yazıldığını anlatırdı.
Annem kendi annesinin daha beni doğurmadan, kendisi 16-17 yaşlarındayken kaybettiği için bütün hasretini dedemle giderirdi. Onunla birlikte zikir ve dua ederdi, birbirlerini çok sevdikleri için vefatından sonra da dedem onu hiç bırakmazdı.
Annem zaten keşfi açık bir kadındı. 20 küsür sene önce bir Kadir gecesi Kâbe’de tavaf ederken Kâbe’nin üzerine inen meleklerini görmüştü fakat saflığından yani kalp temizliğinden dolayı herkesin de gördüğünü zannederek “Ahmet, baksana kanatlı, kanatları üçgen vaziyette büyük-büyük varlıklar, başları göğe uzanıyor” deyince ben “Anne, bu gece Kadir gecesi, meleklerin indiği sabit, elbette inen tüm melekler ilk önce Kâbe’yi ziyaret ediyorlar, onları herkes göremez, kimseye anlatma” demiştim.
Dedem anneme altı senedir yakazaten yani uyanık halde görünürdü fakat o konuşmazdı, dedemin özel bir ibadet odası vardı, orası Efendi Hazretleri’nin kitaplarıyla doluydu, o da namaz ve zikir odası olarak kullanırdı. Annem o odaya girerdi, zikrederken bazen annemin 4-5 saat dua yaptığı olurdu, ara sıra dedem ona görünür, bazı bilgiler verirdi. Bazen 6 ay göremediği olurdu, bana “Ahmet, dedeni üzdüm mü acaba?” diye sorardı ben bir şey diyemezdim. Bir zaman sonra “Oğlum! Hamdolsun, dedeni gördüm, bana kızmış, gelmemiş. Ben bir kere televizyonda bir diziye bakmışım, bana bir daha televizyon seyredersen sana görünmeyeceğim” dedi gitti diye anlatmıştı.
Dedem anneme çok gaybî konularda haberler veriyordu. Teyzemin oğlunun uzun zamandır çocuğu olmuyordu, “Onun oğlu olacak” diye dedem bildirmişti. Bunlar gaybî konular, hatta rahimde olanlar konusu beş gayptan biri olduğu için ancak vahiy ya da kerametle bilinebilir. Nitekim kitaplarımız kerametin ispatı konusunda Ebû Bekr (Radıyallâhu Anh)ın, vefat ederken kızı Âişe validemize “Annenin karnındakini kız olarak görüyorum, kardeşine sahip çık” şeklindeki beyanını misal gösterirler.
Dedemin yıllar evvel anneme zuhuratta verdiği bu haber 3,5 ay önce gerçekleşti, yıllardır olmayan bir müjde gerçekleşerek çocuk olması bir keramet, oğlan olması bir başka keramet hatta, adını Abdullah koyun diye de dedem bildirmişti.
Dedem anneme çok tafsilat bildirirdi, bazen annem bana bunları yarım saat anlatırdı, çıkan uydurma kaset hakkında Cebrâîl (Aleyhisselâm), Efendi Hazretleri, dedem, ben, annem birlikte Ravza-i Mutahhara’da buluştuğumuz, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in bizi kabr-i şerifinden çıkıp kabul ettiği, etrafımdaki bazı münafıkları bildirdiği, Medîne’nin minarelerinden benim haramlardan uzak olduğum ve diğer bazı faziletler konusunda ilanlar yapıldığı Cebrâîl (Aleyhisselâm)ın gök yer arasını dolduracak kadar büyük göründüğü, neler de neler.
Bir gün yolda annemle bu zuhuratı telefonda dinlerken yanımda oturan Cevdet Efendi bir kısmını duydu da kendisinden geçti, “Bunlar ne acayip haller, ben hala böyle şeyler yaşanabileceğini düşünmezdim” diyerek bir zaman kendine gelemedi. Annemin sesi tiz olduğundan, yanımdaki o arkadaş bir miktar duyabilmişti. Dedem zuhurattan birinde Lalegül Fm’in cennette diye dinlediğini, ailemizin Firdevs cennetinde buluştuğunu bildirmişti, annemin 65 yaşında vefat edeceğini de bildirmişti. Buyurduğu gibi annem 65 yaşında vefat etti.
Efendi Hazretlerim’in çok uzun yaşayacağını hatta bildirmem uygun değil, senesini, benim de Efendi Hazretleri kadar uzun yaşayacağımı bildirmişti. Şunu söyleyeyim ki; çoğunuz cenazemi göremeyebilirsiniz. Ben bu durumu Efendi Hazretleri’ne sordum, “Acaba bu işe cin karışıyor mu?” diye. Efendi Hazretleri: “O babasıyla birbirini çok seviyorlardı, Yâkup (Aleyhisselâm) ve Yusuf (Aleyhisselâm) gibi aralarında çok muhabbet olanların uzaklardan birbirlerine görünmeleri haktır. Yâkup (Aleyhisselâm) da Yusuf (Aleyhisselâm)ı zinadan korudu. Annenin gördükleri hakikattir” buyurdu.
İşte Kardeşlerim! Annem sizin için bana bu kadar hasret kaldı, ben size kitap yazayım, sohbet edeyim derken o beni aylarda bir kere görebildi. Onun için onun kabrini terk etmeyin, dedem ve anneannem de orada yatıyor, yakında Nimelceyş’den yani Fetih Ordusu’ndan Sinan Erdebilî Hazretleri yatıyor. Orada çok büyük veliler yatıyor, hatırlarsanız geçen mektubumda size o kabristanda büyük veliler yattığını rüyamda gördüğümü yazmıştım. Farsçacı Murat Hoca dedemin kabrinden tasarrufu devam eden velilerden olduğunu gördü, yani dedemin ziyaret edip hayırlı muratlarımızı onun ve silsilesiyle rabbine arz ederseniz mutlaka kabul görürsünüz, annemin de üzerinizde olan büyük hakkını ödemiş olursunuz. Annemin, dedemin kabrini çiçeksiz bırakmayın yeşilliğin bulunması rahmetin devamına vesile olur.
Bu vesileyle cenazeye iştirak eden kadın-erkek tüm cemaatime, hocalarıma, talebelerime, hâssaten Seyyid İbrahim el-Ashâî Hazretleri’ne, Fahri Efendi’ye, Mustafa Kamalak Bey Efendi’ye, Fatih Erbakan kardeşime, Kadir Topbaş Bey Efendi’ye, Eski Meclis Başkan Yardımcısı Ahmet Çakar Abim’e, ilerlemiş yaşına rağmen gelen baba dostum ve Moral Fm grubunun büyüğü Mehmet Fırıncı büyüğüme, İHH başkanı Bülent Yıldırım kardeşime ayrıca telefonla taziyelerini bildiren Tayyip Bey Efendi’ye, Devlet Bahçeli Bey Efendi’ye, Mustafa Destici Bey Efendi’ye şükranlarımı bildirir, her birlerinizin geçmişlerine rahmetler niyaz ederim.
Görüldüğü üzere annemin hayatı gibi vefatı da rahmetlere, bereketlere, 60.000’i aşkın Müslümanların toplanmasına vesile oldu. Hürriyet Gazetesi bile 40.000 yazdığına göre siz hesap edin.
En büyük rahmet Efendi Hazretleri’ni görmem oldu. Efendi Hazretleri bana: “Bugünkü gibi her gün serbest olasın, bunlar işin tadını kaçırdılar” buyurdu ve anneme, dedeme çok dualarda bulundu.
Keşif ehlinden biri Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in bir deveyle gelip annemi aldığını, benim de elimden tutuğunu cenaze namazında gördü.
Seyyid İbrahim Hazretleri bizi onca hastalığına rağmen yalnız bırakmadı, anneme ve katılanlara öyle dualar etti ki oradan imanlı bir kişinin affolmadan dağılacağını sanmıyorum. Rabbim ona da çok büyük tecelliler nasip eylesin. Âmîn!
Son olarak söyleyeceklerim; şekerim 400’ü aştı ve iki gündür, sabah 4’te cezaevinden alınıp akşam döndürülüyorum, bütün uyku düzenim bozuldu, terden, izdihamdan her yerim ağırmış, ağır hasta oldum, anneme üzüntümden bal mumuna dönmüş nurlu cemali gözümden gitmediği için uykularım kaçıyor.
Miraç Gecesi ve günüyle ilgili bir şeyler yazamadım, özür dilerim, siz Receb Risalesi’nden, dergilerden okuyun amel edin, Miraç Geceniz, gününüz mübarek olsun.
Rabbim cümlenize iman ve taat üzere nice Miraç Gecelerine kavuşup manevi miraclar yapabilmeyi müyesser eylesin!
Âmîn!
Ahmet Mahmut Ünlü
Etiketler:cübbeli ahmet hoca, mektup, rabia ünlü