Çarşaf Giymek Şart mıdır? Kuran’da Çarşaf Geçiyor mu?
Osmanlı Dersiamlarından, padişahların huzur hocalığında bulunmuş, 4 mezhep müftüsü Ahıskalı Ali Haydar Efendi (Kuddise Sirruhu) Mahmud Efendi Hazretlerine hitaben “Oğlum Mahmud! De korkma Çarşaf-ı Şerif farzdır.” dediği bilinmektedir.
Mahmud Ustaosmanoğlu Efendi Hazretleri de Ahzab Suresi 59. ayetini tefsir ederken bazı şartlar zikretmiştir, bunlar;
1. Uzuvları ebatlarıyla birlikte belli etmemek,
2. Transparan ve renkli olmamak,
3. Dikkat çekici olmamak,
4. Avret yerleri örtüp belli etmeyen kıyafetin haricinde ayrıca dış örtü olması.
Bu şartlar ile tesettür yerine gelir lakin bu şartlara haiz olan en güzel örtü Çarşaf-ı Şerif‘tir.
Yine yukarı da tesettürle alakalı olan Ahzab Suresi 59. ayet-i kerimesinde Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ey Nebî(yyi Zîşân)! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin hanımlarına söyle ki; (Evden çıkarlarken) vücutlarını iyice örten cilbablarından (dış elbiselerinden) üzerlerine sarkıtsınlar. Bu, onların tanınıp eziyet edilmemelerine en elverişli olandır.” Allah-u Teala bu Âyet-i kerimede mümin kadınlara, evlerinden çıkarken yabancı erkekler karşısında vücutlarını iyice örten cilbablarını, dış elbiselerini, üzerlerine örtünmelerini emretmiştir.
Hicab âyeti, kadınların avret mahallerini örtmeleri istikrar kazandıktan sonra nâzil olmuştur. Öyleyse bu âyette emrolunan tesettür, daha önce farz kılınan setr-i avretten başka fazla bir örtünmedir. Bunun içindir ki müfessirler, değişik şekillerde yorumlamış olsalar da mefhumda birleşmişler, âyet-i kerimede ki “cilbab”tan maksadın, kadının elbiseleri üzerine giyilen ve bütün vücudu örten bir örtü, bir elbise olduğunda ittifak etmişlerdir.
“Peki âyet-i kerimede zikredilen ‘Cilbab’ dan murat nedir?” diye sorarsanız, bu konuda ulemanın pek çok beyanları vardır. Son devrin alimlerinden bir kaçının yorumuna şöyle bir göz atacak olursak, Elmalılı merhûm ilgili âyet-i kerimenin tefsirinde: “Cilbab, baştan aşağı örten çarşaf, ferâce çar gibi dış giysilerin adıdır.” demiştir.
Konyalı Mehmet Vehbi Efendi, “Hulâsâtü’l-Beyan” ismli tefsirinde, Ömer Nasuhi Bilmen Efendi de kendi tefsirinde “Cilbab”ı, çarşaf olarak tefsir etmişlerdir. Demek ki, bu âyette emrolunan tesettür, daha önce farz kılınan setr-i avretten başka fazla bir örtünmedir. Dolayısıyla âyet-i kerimede geçen “Cilbab” kıyafeti hakkında müfessirler değişik yorumlarda bulunsalar da, mefhumda birleşmişler ve “cilbab”dan maksadın; kadının elbiseleri üzerine giyilen ve vücut hatlarını belli etmeyecek şekilde bütün vücudu örten bir elbise olduğunda ittifak etmişlerdir.
Allah-u Teala burada kadının örtünmesiyle alakalı olarak pek çok elbise şekli emir buyurabilecek iken, acaba neden özellikle “cilbab” giyilmesini emir buyurmaktadır?.. Elbette bunun pek çok hikmetleri vardır. En önemli hikmeti ise cilbabın, kadınların tesettüründe en ideal örtünme kıyafeti olmasındandır. Çünkü cilbab, kadını baştan ayağı kapatmakta ve fitneye sebebiyet verecek hiçbir açık kapı bırakmamaktadır.
Böylece kadın ile art niyetli, kötü düşünceli ve kalplerinde maraz olan kişiler arasına bir perde çekilmiş, bu tür ahlaksız kişilerin sataşmasına fırsat verilmemiş olacaktır. Nitekim bu maksat âyet-i kerimede de: “Bu (cilbabı giydikleri zaman ki durumları) onların tanınmalarına, tanınıp da eziyet edilmemelerine en elverişli olandır.” şeklinde zikredilmiştir.
Gerçi bu konuda eziyet etmeyi, kadınlara sataşıp tacizde bulunmayı bir huy edinmiş olan alçak karakterli, bir takım kalbi bozuk tıynetsiz kimseleri elbette örtü engelleyecek değildir. Fakat imanlı, temiz kadınların bu tür şehevî ve kirli bakışlardan, kendi sadeflerinde gizli inciler gibi korunmuş kalmalarına en uygun olan şekil de budur.
Hal böyle olunca, kadının bu konuda son derece suçsuz ve masum olduğu, onlara eziyet ve tacizde bulunacak olan nefsinin zebûnu, sapık ruhlu kimselerin ise çok açık bir vebal yüklendiği herkes tarafından aşikare olmuş olur. Peki, kadının dış örtü örtmesi gerektiğini beyan eden bu âyet-i kerimede, örtünme için belli bir şekil ve model var mıdır?
Yani “kadının dış örtüsü nasıl ve ne şekilde olmalıdır?” derseniz, efendim, tesettür emri ile alakalı olarak Nur Sure’si 31. âyette geçen “başörtüsü” (hımar-humur) ve Ahzab Suresi 59. âyette geçen “Dış giysi” (cilbab-celabîb) ifadeleri birlikte mütaala edilince, kadın için iki parçalı bir giysi şekli ortaya çıkıyor. Birincisi; saç, boyun ve göğüsleri örten ve omuzlara doğru yakaların üstüne serbest bırakılan “başörtüsü”dür. İkincisi ise; “dış giysi” olup, bunun şekli de iki türlü tarif edilmiştir.
Bazı Müslüman kardeşlerimizin sıkça sorduğu “Kuran-ı Kerimde çarşaf geçiyor mu?” sorusuna cevap verelim. Lafı dolandırmadan net bir şekilde söyleyelim, “evet Kur’an-ı kerimde çarşaf” geçiyor.
Adresi ise Ahzab suresinin 59. âyet-i kerimesidir. “İyi de bu âyet-i kerime çarşaftan değil, cilbabdan bahsediyor.” dediğinizi duyar gibiyim. Evet âyette “celâbib” diye geçer. “Celâbib” kelimesi “cilbab”ın çoğuludur. Cilbab ise Türkçede “çarşaf” manasına gelir. Bazı tefsirler “cilbab” kelimesini “milhafe” diye tefsir ederler ki, “milhafe” de lugatta çar ve çarşaf manasına gelir. Eğer “birebir kelime olarak çarşaf geçmiyor.” diyorsanız, doğrudur. Kur’an’da “çarşaf” kelime olarak geçmez. Neden? Çünkü “çarşaf” Arapça değil, Farsça bir kelimedir. Oysa Kur’an-ı Kerim Arapça indirilmiştir.
Dolayısıyla bu mantığa göre, Kur’an’da birebir kelime olarak “namaz” da geçmez, “oruç” kelimesi de… Çünkü o kelimeler de Farsçadır. Zira Kur’an’da “namaz ve oruç”; “salat ve savm” şeklinde geçer. Şimdi ulemanın bu âyetle ilgili olarak yaptıkları tefsirlerin bazılarını zikredelim. Ulema, âyet-i kerimede “cilbab” diye geçen bu tesettürün nasıl olacağı hususunda birkaç görüşe ayrılmışlardır. Son devrin alimlerinden Elmalılı, bu âyet-i tefsir ederken “cilbab”ı şöyle tarif etmiştir: “Baştan aşağı örten çarşaf, ferace, câr gibi dış elbisenin adıdır.” “Tepeden tırnağa örten giysidir.” “Çarşaf ve peçedir.” Âyet-i kerimede geçen “İDN” kelimesi: Yaklaştırmak demek ise de, âyette “Alâ” harfi cerri ile kullanılması, kapsamak suretiyle sarkıtmak mânâsını da ifade ettiğinden, üzerinden sıkıca örtmek demek olur.
“Cilbab örtmek” tabirinde de iki şekil vardır. Bunlardan birincisi; cilbablarından birisiyle bütün bedenini örtmek, diğeri ise; cilbabın bir tarafıyla başından yüzünü örtmek demek olur. Elmalılı, âyet-i kerimede geçen “cilbab idnâsını” bu şekilde tarif ettikten sonra şöyle devam ediyor: “Bu beyanda da iki suret vardır. Birisi; kaşlarına kadar başını örttükten sonra büküp yüzünü de örtmek ve yalnız tek bir gözünü açık bırakmak. (Elmalı bunu söyledikten sonra, ‘bizler yetiştiğimiz zaman memleketimizde validelerimizin tesettür tarzı bu idi.’ der) İkincisi de; alnının üzerinden sıkıca sardıktan sonra, burnunun üzerinden dolayıp gözlerinin ikisi de açık kalsa bile, yüzün büyük bir kısmını ve göğsü tamamen örtmüş bulunmaktır.
(Bu açıklamadan sonra da; ‘Hicri 1310’da İstanbul’a geldiğim zaman İstanbul hanımlarının bir peçe ilave edilmek ve elde açık bir şemsiye bulunmak şartıyla tesettür tarzları bu idi.’ demektedir.)” (Hak Dini Kuran Dili, C: 6, S: 337,338) Evet Elmalılı merhum “cilbab”ı böyle tarif ediyor. Yani buradan anladığımız üzere çarşaf, Osmanlı ecdadımızın da yaygın olarak uyguladığı bir kıyafettir.
Yine bu konuda Konyalı Mehmet Vehbi Efendi “Hulasâtü’l-Beyan” isimli tefsirinde, kadınların ziynetlerini örtmeleri için çarşafa bürünmelerinin lazım ve vacip olduğunu zikretmektedir. (C: 9, S: 3719) Ömer Nasuhi Bilmen Efendi de kendi tefsirinde “Cilbab”ı çarşaf olarak tefsir etmişlerdir.
Gördüğümüz gibi son devrin alimlerinden, herkesçe tanınan ve kabul gören üç tane tefsir aliminin “cilbab” hakkındaki görüş ve yorumları bu şekildedir. Şimdi de diğer ulema bu âyet-i nasıl tefsir ediyor ona bakalım. Taberî İbni Sîrinden şöyle rivâyet eder: “Abide es-Selmanî’ye “…Dış elbiselerinden üstlerine giymelerini söyle…” âyetinin manasını sordum. O hemen büyük bir çarşaf alarak onunla bütün vücudunu örttü. Başını ta kaşlarına kadar kapattı. Yüzünü de tamamen kapattı, yalnız sol gözünü açık bıraktı. Böylece âyet-i fiili olarak tefsir etti.” (Taberi tefsiri c: 22) Taberî ve Ebu Hayan, İbni Abbas (Radıyallahü anhüma)’dan şöyle rivâyet etmişlerdir: “Kadın cilbabını alnının üzerine indirir ve oradan sıkar.
Alttan da burnunun üzerine kadar kapatır. Yalnızca gözleri dışarıda kalmalıdır. Yüzünün kalan kısmı ile göğsünü tamamen kapamalıdır.” (Bahru’l-Muhit, C: 5, S: 250) Ebu’s-Sûd Efendi: “Cibab”tan maksat, çok geniş ve uzun bir örtüdür. Kadın bununla başını örttüğü gibi yüzünü ve göğsünü de örterek ayaklarına kadar salar. Buna göre âyetin manası ‘Kadınlar dışarıya veya yabancı bir erkeğin karşısına çıkacakları zaman, bu örtüyle yüzlerini ve bütün vücutlarını örtsünler.’ olur.” demiştir. Cevherî de: “Cilbab”ı çarşaf diye tefsir etti. Ve cilbab çarşaftır denildi.
(Tacül Aras, C. 1/186)Ümmü Seleme annemiz şöyle demiştir: “Cilbablarından üzerlerini sıkıca örtsünler.” âyetinin nüzûlünden sonra, Ensar kadınları siyah çarşaflara büründüler. Öyle bir ağırbaşlılık ile çıkmışlardı ki, sanki hepsinin başına birer karga konmuştu.” Verilen kaynaklardan da anlaşıldığı üzere İslam alimlerinin çoğunluğu çarşaf üzerinde durmakta ve tesettürün çarşafla daha güzel olacağını ifade etmektedirler. Ayeti kerimede geçen “cilbab”a, açıkça “çarşaf” demeyen müfessirler ise, “kesintisiz bütün bedeni baştan aşağı örten geniş bir elbiseyi” tarif etmektedirler ki, bu tarife en uygun olan kıyafet de çarşaf, ferace ve car’dır. Bu kıyafetler Türkiye’nin çeşitli yörelerinde, “ehram, peştamal-dolama, şalvar-atkı” gibi farklı isimlerle de zikredilmektedir.
Tabi bu kıyafetlerin kumaşının kalitesi, ince veya kalın oluşu örfe, beldelere ve mevsimlere göre değişiklik gösterebilir. Ancak dikkat edilecek husus, kadının boynu, omuzu, göğüs, kol, koltuk altı, bel gibi uzuvlarının, kısaca vücut hatlarının belli olmaması gerekmektedir. İçini gösterecek kadar şeffaf, vücut hatlarını belli edecek kadar ince ve dar olmamalıdır. Çünkü kadınların örtünmesinden maksat bütün şüpheli yolları kesmek, erkek ve kadınların kalplerinde dolaşan vesveseyi bertaraf etmektir. Hal böyle olunca başörtüsü bu işi göremez. Çünkü o boyundan bağlandığı için gerek omuzlar, gerekse boyun bölgesi çarşafla olduğu kadar kapanmaz.
Ayrıca onunla insanın gençliği, yaşlılığı, güzelliği daha bariz anlaşılır ama çarşafla bu vasıflar örtülür. Tabi şunu da ifade edelim ki; âyet-i kerimede örtünmenin; “tanınıp eziyet edilmemesine daha uygun olması” gibi bazı hikmetlerinin açıklanması, bu gayenin bulunmadığı veya başka şekilde elde edildiği durumlarda, “örtünmek gerekmez” gibi yanlış bir düşünce hatıra gelmemelidir. Çünkü esas itibariyle örtünmek, Allahın emri ve Dinin gereğidir. Netice olarak, tesettür hakkındaki nihâi emir bu âyetle verilmiştir. Dolayısıyla Allah-u Teala Ahzab Süresi’nin 59. âyeti kerimesiyle, kadınların dışarıya cilbab/çarşaflarını giymeden çıkmasını yasaklamıştır.
Cumhuriyet devrinin meşhur edebiyatçılarından Yakup Kadri Karaosmaoğlu’nun, “Çarşafa ve Peçeye Dair” isimli bir makalesi vardır. Her ne kadar daha sonra bu görüşlerinden çark edip kendi memleketinin manevi değerleri ile göbek bağını koparmış olsa da, 1915 yılında yazdığı çok hoşuma giden bu muhteşem makalesini, konumuzla alakalı olması hasebiyle sizinle paylaşmak istedim: “Bu çirkin asrın yegâne süsü ve güzelliği sizin çarşafınızdır!” “Bu çirkin asrın ve bu çirkin muhitin yegâne süsü, yegâne güzelliği sizin çarşafınız, sizin peçenizdir.
Yalnız bunlardır ki gözlere hâlâ bakmak tahammülünü, bakmak arzusunu veriyor. Niçin onlardan müştekî/şikâyetçi gibisiniz? O mazrûfa, bu zarftan daha muvâfık ne olabilir? Sizi böyle gördükçe bir kadının başka türlü nasıl giyinebileceğini düşünüyorum ve çarşafsız, peçesiz bir kadın tahayyül edemiyorum. Siz bizim aşkımızın, hürmetimizin, siz bizim kıskançlığımızın mutî mahbûbeleri değil misiniz? Vücudunuzun şeklini alan bu dilfirîb/cazibeli, alımlı mahbesi, sizin etrafınıza, sizin yüzünüz üstüne biz ördük; bizim ihtimâmımız, bizim muhabbetimiz ördü.
Sizi güneşten, havadan, sizi kem nazardan sakındık da böyle yaptık. Yazık değil mi ki o saçlara güneş vursun, o yüzü havalar, tozlar hırpalasın! Yazık değil mi ki, -ma’azallah- o gözlerin harîmine kolayca laubâli bir yabancı gözün kıvılcımı sıçrasın? Düşündük ki, belki bilmeyerek, belki farkına varmayarak birine gülüverirsiniz. Nazarlarınız belki, bilâihtiyar/elde olmayarak birinin üstünde fazlaca tevakkuf ediverir. Onun için yüzünüzü örttük. Zira tebessümlerinizin, bakışlarınızın kıymetini biz anlıyor, biz biliyorduk. Gönlümüz onların öyle lüzumsuz yere heder olmasına acıdı da, bir ipek mahfaza içinde muhâfazalarına lüzum gördü. Çünkü siz hilkaten/yaratılış itibariyle müsrifsiniz, hazinelerinizin bahasını bilemezsiniz; her şeyde bahil olan tabiat, bütün cömertlik kabiliyetini size verdi, sizin kalbinize döktü, fakat öyle bir ifrat ile ki, nihayet böyle bir tedbire ihtiyaç messetti.
Zaten insanların yegâne vazifesi tabiatın hatalarını tashihe çalışmak değil midir? İnsanlar, kadınlara tahakküm ettikleri gündür ki tabiata gâlip geldiler. Cemiyetlerin ve medeniyetlerin esasını bir erkeğin kıskançlığı kurdu. Memleketlerden, vatanlardan evvel ilk müdafaa edilen kadındı. Bana inanınız bütün bu evler, bu mâbedler ve bu şehirler sizin için yapıldı ve sizin açıldığınız ve sizin kıskançlık mahbesini yıktığınız yerlerde derhal evler yıkıldı, mâbedler harap oldu, şehirler çöktü.
Çünkü sizin mahbesleriniz o yerlerin surlarıydı, kaleleriydi. Niçin başka cinsten (toplumlardan) kadınlara bakıp da başınızda garip mütâlealara meydan açıyorsunuz? Onlardan size ne? Siz başlı başınıza bir âlemsiniz. Ben o âleme girdiğim dakikadan itibaren hariçte bir başka mevcudiyet var mı, yok mu? unuttum bile… Siz niçin kendinizde herkesi unutmuyorsunuz? Söze başlarken size demiştim ki, bu çirkin asrın, bu çirkin muhitin yegâne süsü, yegâne güzelliği sizin çarşafınız, sizin peçenizdir. Memnun ve müsterih yaşamak için bu kanaat size kifâyet etmez mi?
Halbuki benim ruhumu sadece bu kanaat dolduruyor: Peçeniz ve çarşafınız… Bunlardır ki bana muhabbeti öğretiyor; hayata muhabbeti, aşka muhabbeti, memlekete muhabbeti öğretiyor, bâhusus memlekete muhabbeti… Zira sizin bu örtüleriniz, bu süsleriniz değil midir ki minarelerden ve o al râyetten/al bayraktan sonra bu serseri ruha bir râz-âşinâ melce/dost, sığınak ve bir emin mersâ/güvenli liman saadeti veriyor.
Peçenizin kudsiyetini şuradan anlayınız ki, bir yabancı elin ona uzanması ihtimâli bile gayz nedir, hırs nedir, intikam nedir, kin nedir hiç bilmeyen bu tembel ve yorgun ruhda, beldeler yıkacak, burcü bârûlar/kaleler ve kuleler devirtecek bir ateş alevliyor. Gördünüz mü? Peçenizden bahsederken, haşin adımlarla, yüksek surlar etrafında dolaşan bir eski kahraman gibi söz söylemeye başladım. Belki bunların hiç birini yapmayacağım, fakat emin olunuz ki şu dakikada çok samimiyim. Size, sizin örtülerinize ve süslerinize doğru teveccüh edince kendimi her şeye kadir farzediyorum.
Tarih, menâkıb-ı beşeriyeyi dolduran en büyük kahramanlıklar, bana birer çocuk oyunu gibi geliyor. Sakın onları çıkarmayınız, sakın onları atmayınız. Bu çirkin asrın, bu çirkin muhitin ortasında asâlet ve zerâfete yegâne dâl/delil ve âlâmet olarak, bunlar, sade bunlar kaldı. İnsanlar senelerden beri, insanlığı terzîl/rezil etmek için ve cemiyetlere manzaraların en fenasını vermek için sevimsiz bir cinnetle her şeyi devirdiler. Bu gürûha peyrev olmak size yakışır mı? Ben sizi zamanların ve insanların fevkinde, onların haricinde biliyorum. Siz mestûr ruhlardan değil misiniz?
Dünya yüzünde tek başına kalan ulvî bir dinin İlâhı, sizi bu sıfatla sâir mahlûkat arasında mümtaz kılmamış mıydı? Siz O’nun halkettiği cennetâsâ âlemin meleklerisiniz. O, “Kitab”ında sizin isminizi zikretti. O vakitten beri siz mukaddesat meyânına girdiniz. Artık ne hâle/bugüne, ne mâzîye/geçmişe, ne de âtîye/geleceğe mensupsunuz. Yalnız unutmayınız ki, size bu mertebeye bizim aşkımız, bizim hürmetimiz, bizim kıskançlığımız is’âd etti/yükseltti.”
(Kânunuevvel 1331/ 1915 Aralık Yakup Kadri Karaosmanoğlu)
Tesettürün Allah’ın kitabına ve Resülüllah’ın sünnetine değil de modaya uydurulduğu, örtünme anlayışının değişip yozlaştığı günümüzde, Yakup Kadri’nin “Çarşafa ve Peçeye Dair” başlıklı bu güzel yazıyı kaleme almasına sebep olan o asil hanımefendileri tekrar görebilmek temennisiyle…
Etiketler:ahzab 59, çarşaf ayet, çarşaf farz mı?, ismailağa, kara çarşaf, mahmud efendi, tesettür